Wednesday, 9 September 2015

Veba – Andreas Frangias ‘Dün karanlıktı; ya gelecek!’


10 Eylül 2015 

Veba deyince, edebiyat tarihinde ilkin Albert Camus’nün yapıtı akıllara geliyor. Ancak aynı adlı bir eser daha var;  o da Andreas Frangias’ın Veba’sı. Yunan edebiyatının başyapıtlarından biri olarak nitelenen Veba, anti-ütopya olma özelliği de taşıyor. Bu bağlamda öncelikle ütopya ve anti-ütopya kavramları üzerinde kısaca durmak zorunlu gözüküyor.
Ütopya ve Anti-Ütopya
Kelime anlamı ‘olmayan yer’ şeklinde açıklanabilen ütopya, Yunanca ‘ou’ (yok) ile ‘topos’ (yer, ülke) sözcüklerinin bileşiminden meydana geliyor. Thomas More’un 1516’da kaleme aldığı Ütopya (özgün adı De Optimo reipublicae Statu de que Nova Insula Utopia) isimli yapıtıyla yaygınlık kazanan kavram, gerçekleşmesi imkânsız toplum tasarımlarına işaret ediyor.

Ütopyanın olumsuz kullanımı olan ‘distopya’ veya ‘anti-ütopya’ ise, totaliter ve baskıcı toplum ve yönetimleri betimleme amacı taşır. George Orwell’ın 1984’ü ve Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı, anti-ütopyaların en bilinenleridir. Anti-ütopyaların en belirgin özelliği, ütopyalardakine benzer şekilde, mümkün olanın ortaya konmasıdır. Ancak çoğunlukla olabileceklerin dehşeti ana tema şeklinde işlendiği için ütopyalardan ayrılır.

Baskı ve Yıldırı
Yukarıdaki anlatıma bakıldığında, anti-ütopyanın tüm özelliklerini barındıran Veba’da, bir toplama kampı niteliğindeki kentte uygulanan baskı ve yıldırının en baştaki örneği, çalışanların su içmek için bile müdürlerinden izin alması gerektiğine dair betimlemedir.

Sineklerin saldırısına uğrayan kentte, kişiliği elinden alınmış, herkesleştirilmiş ve silikleştirilmiş insanlar için belli bir süre sonra ‘varoluşun anlamı’ yakaladığı sineklerin çokluğuna indirgenir. Bu, aynı zamanda bir emirdir. Ağır koşullara boyun eğme ve çalışma ‘ruhların temizlenmesi’ ve ‘ahlaki açıdan yeniden yapılanma’ demektir öte yandan.

Kentteki insanların ‘varoluşunun anlamı’ ya da ‘varlık nedeni’ hiç durmadan çalışmaktır. Kişilere, vaat edilen ‘en yüce hedefe’ çalışmayla ulaşılacağı; böylece varoluşlarının boşa gitmeyeceği ve bunun rüzgârla bile sürüklenemeyeceği benimsetilir. Taşlar kırılır, çukurlar kazılır, bunlara ek olarak da kenti istila eden sineklerden yirmi adet toplaması için insanlar üzerindeki baskı arttırılır. Sinek avlamanın ödülü ise yemek alabilmektir. Sayıyı tutturabilen, o günkü yemeği almaya hak kazanır. Ancak yeterli sayıda sinek yakalamayanlar önce yetkili kurul önüne çıkarılır, sonra da ağır cezalara çarptırılır.

‘Taş gibi olmak’
Avlanan sinekler borç kapatmakta da kullanıldığından, sinek hırsızlığı yaygındır. Sinek yakalamak, taş taşımak gibi bir yarıştır aynı zamanda; yarışın kendisi de hayatta kalmaktır:

‘İşte sinekler ve taşlar, doğanın iki temel unsurudur. Gün boyunca yaşam bu ikisiyle ölçülmektedir. Sanırsın ki dünyanın kuruluşundan beri bu böyledir. Sinekler ve taşlar. Hayatın boyunca taş taşıyordun ve sinek topluyordun. Elinden kaçırdığın bir tanesini avuçlamak için elini uzatırken öleceksin. Böylece dünya üzerindeki borcunu azaltmış olacaksın. Hayatın boyunca kaç sinek yakaladığın, kaç defa elinden taş düşürdüğün, gülünç ve aynı zamanda alçak bir insan olduğunu dağın tepesinden haykırırkenki açık isteksizliğin de dahil, tüm bunların hepsi haneye kaydedilmektedir’ (s. 46). Böyle bir ortamda yaşayabilmenin, daha doğrusu olup bitene katlanabilmenin temel koşulu ‘taş gibi, umursamaz olmaktır’ (s. 49).

Sinekler avlanır ve borçlar ödenirken her şeye rağmen hayatta kalma mücadelesi buradaki en önemli istektir. ‘Yaşamı güya değeri olmayan bir şey zannedip yanlış bir izlenime kapılmamak için her şey eksiksiz, güzel ve hoş olmalıdır.’ Tüm çaba bunun içindir! Çünkü ‘hayatın değerinin olmadığı düşüncesi, burası için ağır bir hakaret ve altından kalkılamayacak bir günahtır’ (s. 62).


Fareler ve ‘insanlar’
Yaşamın, daha yerinde bir ifadeyle işleyişin değişmezliği çarpıcı biçimde şöyle vurgulanır: ‘Tüm nüfus çalışıyor, sinekleri yakalıyor ve akşam olunca, kötü ve uygun olmayan hal ve hareketlerinin kaydedilmesini bekliyor. Bunlar, ruhlarına ebediyen yük olan eski ve yeni günahlardır. Bunun ötesinde hiçbir şey yok’ (s. 65-66).

İnsanların gelip yaşadığı mekânlar, görevli ekiplerin kazdığı harçsız duvarlarla örülü mezarlardan başka bir yer değildir. Hastalık taşıyan farelerle birlikte yaşayan insanlar için mezarlar ‘ev’ demektir. Taş taşıyan, sinek avlamak zorunda olan ve fare imha eden; benliğinden koparılmış, kişisizlikleştirilip değersizleştirilmiş ‘insanlar’ın ‘evleri’ mezarlar olunca, ölü gibi yaşama gibi bir gerçek de belirir. Bir başka deyişle, onca eyleme rağmen yaşam durağandır; baskı ve yıldırı, yaşamı bu şekle sokmuştur.

İnsanın değeri
Romanda geçen karşılıklı konuşmada, insanların ‘değeri’ ve işlevi de tam olarak anlaşılır: ‘Gayet iyi bilmen gerekir ki burada insanları birbirine düşürüyorlar’ (s. 174). Bunun yanı sıra, sistematik baskı ve yıldırının sürdüğü bir ortamda direnişin anlamını yitirdiğini düşünenler de bulunur: ‘Et ve kemikten oluşuyorsun, niye kendini sakatlayasın ki ? (…) Kahraman mı olmak istiyorsun? Karanlıkta kalacak bir kahramanlık anlamını yitirir kahramanların her zaman adı duyulur, yoksa sıradan kurban olup giderler’ (s. 188).

Direnişin anlamsızlığını savunanların yanında, umutsuzluğa kapılanlar da yok değildir. Kendini güçsüz hisseden, çalışma koşullarının ruhunu elinden alıp götürdüğünü duyumsayanlar da bulunur: ‘Hepimiz zayıfız, çok zayıf; çok önceden yenilmişiz. Eğer olur da bu gece dayanırsanız, yarın, ertesi gün, üç yıl sonra, sekiz yıl sonra, bilemedin yirmi beş yıl sonra ne olacak?’ (s. 189).

Sineklerle beraber, farelere karşı yürütülen savaş, beri yandan ‘doğaüstü güçlere ve kadere karşı’ da sürdürülmektedir (s. 196). Özellikle farelerin imha edimesi en yüce görev olarak belirlenmiştir. Öte taraftan, fareler için alınan önlemler ve hazırlanan ilaçlarla beraber kentteki gerginlik de artmaktadır. Tedbirler ve baskı sıkılaştırılır. Frangias, romanın sonuna doğru şunu vurgular: ‘Orman kanunlarının egemen olduğu yaşam seni dört bir taraftan kuşatarak sıkıştırmaya başlıyor. İnsanın vicdanı acaba böyle mi değerlendiriliyor? Yani vücudunu delip geçmelerinin, kemiklerini kırmalarının ve beynini zorlamalarının verdiği acıyla mı?’ (s. 220). Romanın bitişinde Frangias’ın da dediği gibi o kadar baskı ve yıldırıya, ezilen onura, yok edilen kişiliğe rağmen ‘o inanılmaz insanlar hayatta kalmayı başarmıştır’ (s. 224).

Makronisos
Açıkça belirtmese de Veba’da olayların geçtiği yer, Frangias’ın 1950-52 yılları arasında tutuklu olarak askerlik hizmetini tamamladığı Makronisos adasıdır. Buranın temel özelliği insan onurunun ayaklar altına alındığı, kişiliğin ortadan kaldırıldığı ve insanın çözüldüğü ya da çözülmeye çalışıldığı bir yer olmasıdır.

Nazi işgaline ve Yunanistan’daki iç savaşa tanıklık eden, yapıtları nedeniyle soruşturulan Frangias’ın 1972’de tamamladığı Veba adlı romanında, mekânla beraber insanların da adı yoktur. Kişiler, yalnızca karakteristik özellikleriyle (örneğin denetçi, usta başı, ürkek, avcı olarak) okuyucu karşısına çıkar.

Veba’nın bir başka özelliği, 21. yüzyıl insanına da dokunmasıdır. Ekonomik özne veya daha doğru deyişle nesne olduğu ölçüde ‘değerli’ sayılan insan, Veba’da yakaladığı sinek, taşıdığı taş ya da öldürdüğü fareye göre ‘değer’ biçilen insanla eşleştirilebilir.

Romanda yer verilen ağır çalışma koşulları altında ezilmenin; adı, benliği ve onuru silinen ya da örselenen insan betimlemesi, bugünün insanıyla benzerlikler taşımaktadır.

Veba’da, Makronisos adasında her şeye karşın hayatta kalmayı başaran insanı ve onun mücadelesini anlatan Andreas Frangias, çağının baskıcı yönetimlerinden zarar gören herkese ve aslında onuru her şeyin üstünde tutan insanlara sesleniyor. 

Ali Bulunmaz, 2 Nisan 2009, Cumhuriyet Kitap

Pasolini: Serçeler ve Şahinler (1966)


Filmin analizine geçmeden önce Pasolini ve İtalya’nın o dönemdeki durumu hakkında konuşmakta yarar var. Pasolini, İtalya’da hala “aşılamayan entelektüel” olarak anılıyor. Sanırım bu bile bu analiz denemesinin karşı karşıya olduğu zorlukları yeterince iyi açıklayabiliyor. Pasolini, yaşamının ilk yıllarında şairliğiyle dikkat çekiyor. Film çekmeye de kırkından sonra başlıyor. Yaşamının her döneminde marjinal kişiliğiyle bir yandan dikkatleri üzerinde toplarken bir yandan da insanların ona korkuyla yaklaşmasına neden oluyor. Kendi bulunduğu bölgede Komünist Partisi’nin kurulmasında aktif rol oynayan Pasolini, daha sonra Komünist Partisi’nden ihraç ediliyor. Pasolini, bir eşcinsel olarak toplumun baskısını da üzerinde topluyor. Bir yandan kilisenin baskısıyla karşılaşırken ya da ona karşı mücadele edeken diğer taraftan kilise tarafından iki filmi için ödüllendiriliyor. Bütün bunları ve daha bilinmeyen birçok şeyi bir ömre sığdırabilen Pasolini öldürülüp cinsel organları parçalanmış ve üzerinden de arabayla geçilmiş halde bir yol kenarında bulunuyor. Cinayeti bir genç üstlenmesine karşın ölümü üzerindeki sır perdesi hala aralanabilmiş değil.

İtalya’ya gelecek olursak: İtalya, filmin çekildiği yıllarda (film 1966 yapımı) yirmi yıllık bir faşist iktidara başeğmek zorunda kalmış ve Mussolini diktatörlüğünün baskıcı politikaları sonrasında ancak ikinci paylaşım savaşı sonrasında bu yükü üzerinden atabilmiş bir ülke. Ayrıca İtalya’nın güneyiyle kuzeyi arasında da derin bir gelir ve yaşam standardı uçurumu bulunmakta. Güneyde çalışan bir işçi kuzeyde çalışan bir işçinin ancak %20’si kadar bir para alabilmekte ve bu ve benzer sebepler de İtalya’da güneyden kuzeye göç olgusunu körüklemekte. Bunu dışında faşist geçmişiyle sürekli bir hesaplaşma halinde ve bu, o dönemin filmlerinde çokça görülebilen bir tema. Bunun dışında İtalya’da mevcut rejimin demokrasiye doğru bir değişim göstermesi ve bu dönemde İtalya’da prestij kazanan sosyalizm/komünizm fikrinin etkisine de değinmek yararlı olacak. Ayrıca döneme İtalyan Komünist Partisi lideri olarak damgasını vuran Togliatti’nin fikirlerinin 3. Enternasyonal’den ayrılıyor olması ve İtalya için özgün bir yaklaşım geliştirip uzlaşmacı bir yaklaşım geliştirmesi yine değinilecek noktalardan bir tanesi. Pasolini’nin Gramsci’ye yakın bir duruş geliştirmiş olduğunu da kaydedelim.

Gelelim Şahinler ve Serçeler’e: Bu filmi derinlemesine analiz etmektense filmi izlerken dikkatimizi çeken şeylere değineceğiz.

Film, Mao’nun bir röportajından bir alıntıyla başlıyor: “İnsalık nereye gidiyor?” [“Whither humanity?”]. Önce bir yol görünüyor, sonra da bu yolda yürüyen bir baba-oğul. Babayla oğul yol boyunca birçok şeyden konuşarak yürüyorlar. Sonra dinlenmek ve bir şeyler içmek üzere bir café’de duruyorlar. Burada Amerikanvari bir müzikle Amerikanvari danseden gençler görüyoruz. Onlar sonra otobüslerinin gelmesi üzerine otobüse doğru koşuyorlar, ama otobüs onları almıyor.

Daha sonra intihar eden bir karı-kocanın intiharı üzerine toplanmış bir kalabalığın yanında durup cesetlerin çıkarılmasını izliyorlar. Bu arada sokak tabelaları dikkat çekiyor: “Benito Weeper Sokağı: İşsiz” [“Via Benito Weeper: Unemployed”] gibi… Tabelalarda dikkat çeken şey olağanın aksine hiç de ünlü olmayan “isimsiz” insanların isimlerinin verilmiş olması. Bu intihar sahnesinden sonra baba ve oğul ölüm-yaşam üzerine konuşmaya koyuluyorlar. Baba, bir zenginin ölümüyle bir yoksulun ölümünü karşılaştırıp şunu söyler: “Yoksullar, bir ölümden bir başkasına giderler” [“The poor man goes from one death to another death”]. Bu arada, bize doğru yürümekte olan baba ve oğulun arkasında yine bize bir şeyler göstermek için konulmuş gibi duran bir tabela vardır: İstanbul 4253 km. Bu bize bir yandan baba oğulun güneyden kuzeye doğru gittiklerini gösterirken diğer yandan da yönetmenin İstanbul’da bulunduğu döneme, belki Bizans ya da Roma İmparatorluğu’na bir göndermedir. Bunu bir üçüncü dünya ülkesine yapılan bir gönderme olarak da okumak mümkün.

Ölüm ve yaşam üzerine diyalogtan sonra baba ve oğul konuşan bir kargayla karşılaşırlar. Karga, filmde açıkça belirtildiği üzere Togliatti’nin ölümü öncesi İtalyan sol entelektüellerini temsil etmektedir. Tabii kargayı yönetmenin kendisi olarak da düşünmek anlamlı olabilir. Ve oğulun (Ninetto’dur oğlanın adı) “profesör” dediği karga da onlara katılır. Bu arada ekranda bir yazı belirir: “Yol başladığında yolculuk çoktan bitmiştir” [“The road begins and the journey ‘s already finished”]. Karga baba-oğula nereye gittiklerini sormaktadır sürekli. Baba da “Aşağı doğru” diye karşılık vermektedir. Karga bu konuda ısrar ettikçe baba da yalnızca yukarıdaki yanıtı vermektedir. Karganın nereye gittiklerini sorması filmin başındaki alıntıya benzemektedir: “Whither humanity”.


Karga kendisinden sözeder. Adresi şöyledir karganın: İdeoloji ülkesinin başkentinde oturuyorum. Gelecek Kenti, Karl Marx Sokağı, 70 kere 7. Bunun üzerine baba da kendi adreslerini verir: Çöplük Caddesi, 23, Çok Aç Sokağı.


Sonra karga onlara dinle ilgili bir hikaye anlatmaya başlar: hikaye, sahinler ve serçeler üzerinedir. Biz onu Burjuvalar ve Proleterler olarak okuyoruz. Hikayede bir keşiş iki kişiyi, bunlar filmdeki baba ve oğuldur hikayede de, şahinlerle ve serçelerle iletişim kurmakla, onlarla konuşmakla görevlendirir. Bunun üzerine iki keşiş yollara düşerler. Önce şahinlerle iletişim kurup onlara Tanrı’ya itaat etmelerini öğütlerler. Şahinlerin ağzından dine bir eleştiri yöneltmektedir yönetmen. Keşişler şahinleri imana getirmeyi başarırlar. Şimdi sıra serçelerdedir. Bir yıla yakın bir süreyi de serçeleri anlamaya çalışmakla geçirirler. Bu arada keşiş artık bölgede uğurlu sayılmaktadır ve ona adaklar adanmaktadır. Bundan yararlanmak isteyen kişiler azizin bulunduğu yerin etrafına yiyecek standları kurmuşlardır. İsa’nın Kudüs’te Kabe’deki standları yıkmasına gönderme yapan Pasolini, keşiş ebütün bu standları yıktırır. Onlar Tanrı kavramından haberdar değildir ve keşişler “iyi haberler” getirdiklerini söylediklerinde onların yiyecek getirdiklerini düşünmüşlerdir. Onları da konuşup imana getirdikten sonra artık görev tamamlanmıştır ve geri dönmeye hazırlanırlar. Yolda tam dünyadaki bütün güzellikler için Tanrı’ya teşekkür ederlerken bir şahinin bir serçeyi yediğini görürler ve bu görüntü onları kahreder. Burada açıkça burjuvaziyle proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişki, emek-sermaye çelişkisi gösterilmekte ve bir “uzlaştırıcı” olarak dinin durumuna değinilmektedir.

Onları görevlendiren azizin yanına döndüklerinde -azizin adı da ironik bir biçimde Francis’tir. Saint Fransisco kuşlarla konuşabildiği söylenegelen azizin adıdır- aziz onlara bu dünyanın değişmesi gerektiğini ve bunu yapacak olanın da mavi gözlü, sarışın bir mesih olacağını söyler. Ve dünyanın adaletsiz olmasına ve sınıflarla sınıflar, uluslarla uluslar arasında çatışmalar olmasına örnekler verir. Burada Pasolini’nin dine bakışı ortaya çıkar. O, dini kilise gibi baskıcı bir kurumun halkı yatıştırma aracı olarak değil, dünyayı değiştirecek devrimci ruhun bir göstergesi olarak ele alır. Onda din asla kurumsallaşmış bir şey değil, aksine, mistik bir değişim umududur.

Hikaye bittikten sonra tekrar yolda kargayla yürüyen baba ve oğula döneriz. Baba ve oğul sıkışıp bedensel ihtiyaçlarını gidermek üzere bir bahçeye girerler. Ancak bahçenin sahipleri bu duruma öfkelenince kavga çıkar ve bahçe sahiplerinin eşleri baba-oğula ateş etmeye başlarlar. Fakat sesler o silahların sesleri değil, gerçek bir savaştan alınmış seslerdir ve o görüntüye monte edilmişlerdir. Baba ve oğulun yanında kaçan karga, artık hiçbir işe yaramayacak öğütler vermektedir baba-oğula. Bunların arasında burada anılacak olanı Gandhi’yle ilgili olanı: Karga babaya pisliğini mendiline sarıp oradan gitmesi gerektiğini söyler. Burada Togliatti’nin uzlaşmacı tavrıyla Gandhi’nin pasivist tavrı arasında benzerlik kurulmaktadır. Bir savaşa ya da saldırıya karşı insanların boyun eğmesini ya da pasif davranmasını kabul etmemektedir yönetmen.
Baba, oğul ve karga bir süre sonra kendilerine borcu olan bir ailenin evine gelirler. Evin kadını o sırada bir kuş yuvasından yemek yapmaktadır. Aile o kadar yoksuldur ki anne çocuklara dört gündür gece olduğunu söyleyip uyumalarını sağlamakta ve böylece ondan yemek istemelerini engellemeye çalışmaktadır. Burada müzik Çin’i anımsatmaktadır. Zaten kadın da adama yalvarırken “The Chinese” diye ağlamaktadır. Evin erkeği kördür. Baba, borcun gününün geldiğini ve artık vermeleri gerektiğini söyler. Ama kadın zaten her şeylerini almış olduğunu bu nedenle verecek hiçbir şeyi kalmadığını söyler. Bunun üzerine baba da evlerini ellerinden alacağını söyler. Bu, kadının kuş yuvalarını bozmasına benzemektedir. O da kendi evini kaybedecektir. Kadın bunun üzerine babaya yalvarmaya başlar. Bir Çinli’yi anımsatmaktadır.

Daha sonra baba-oğul, yolda bir gezici tiyatro grubuna rastlarlar. Tiyatro grubunun en yaşlısı onlardan Cadillac’larını itmelerini ister (Tiyatro grubunun adı “Flying Entertainers”tır). Tiyatro grubundaki herkesin arabayı itmemek içi bir “mazereti” vardır çünkü. Baba bu isteği hemen kabul eder ve arabayı itmeye başlarlar. Ancak uzun çabalar sonunda bir türlü arabayı çalıştırmayı başaramazlar. En sonunda vazgeçerler. Bu arada tanışma fırsatı bulurlar. Tiyatro grubundaki herkesin ilginç isimleri vardır: Pasquale Jug-handis ears, Ciro lo Cocco, Clean Record gibi…

Daha sonra baba, ayağındaki nasırdan söz açar ve tiyatro grubunun siyah üyesi de ona bir krem satabileceğini söyler. İlk önce beş bin ister ama sonunda bir binliğe anlaşırlar. Birden kadın bir sürü insanın o tarafa doğru gelmekte olduğunu görür. Ve hemen dekorları kurmaya başlarlar. Oyunun adı “Roma Dünyayı Nasıl Harap Etti”dir [How Rome Ruined The World]. Hep suskun kalmış olan oğul oyun oynanırken şunu söyler: “Yirmici yüzyıldayız, hala bunu oynuyorlar.” O sırada fonda kargayla ilk karşılaştıklarında çalan Rus müziği çalmaktadır. Ve kalabalık bir insan kitlesi ölgün adımlarla baba-oğulun arkasından bilmediğimiz bir yere doğru gitmektedir. Burada Üçüncü Enternasyonal’in merkeziyetçi tutumuna karşı bir eleştirinin olabileceği akıllara gelmektedir. Oyunda kadın bir canavardan korkar ve bağırmaya başlar. Ama bir süre sonra çığlıklarının canavar korkusundan değil doğum yapacak olmasından kaynaklandığı anlaşılır. Kadın çığlıklar içinde yatırılır ve bir kız çocuk dünyaya getirir. Doğum umuttur ve söz konusu oyun oynanırken gerçekleşmesi de nereye gönderme yapıldığını göstermektedir. Belki de tüm filmdeki umuda yer verilen tek yer burasıdır. En yaşlı adam çocuğu eline alıp “Bir ağız daha” der. Onu en çok bu yanı ilgilendirmiştir. Bir kişi daha artık onların ekmeğine ortak çıkacaktır. Çocuğun adı da tiyatro grubunun diğer üyeleri gibi ilginç olur: “Welcome”. Sonra maytaplarla kutlama yaparak arabaya binerler ve araba “ne hikmetse” çalışır. Giderler. Baba, oğul ve karga yine yalnızdırlar. Baba, satın aldığı yeni kremi ayağına sürmektedir. Bunun üzerine karga gülmeye başlar. Adam neden güldüğünü sorduğunda karga ona yanlış kremi sürmekte olduğunu ve kutuyu okumasını söyler. Oğul okur, ama bir şey anlamazlar ve kargaya ne demek olduğunu sorarlar. Karga adama kaç çocuğu olduğunu sorar: 18. ve eğer bu kremi kullanmış olsaydı bu kadar çocuğu olmayacağını söyler. Bundan sonra aralarında çok çocuk yapmak üzerine bir tartışma başlar. Karga tüm dünyadaki açlık ve sefaletten bahseder ve çok çocuk yapmanın yanlış bir şey olduğunu savunurken adam Tanrı’nın verdiği çocukları doğurmak gerektiğini söyler. Tartışma böylece sürerken, baba oğluna işaret eder ve kaçmaya başlarlar. Ama kargadan kurtulmak o kadar kolay değildir. Karga konuşmaya devam eder. Ve kendi sonunun geldiğini ama ideolojilerin yollarına devam edeceğini söyler. Burada kendi sonuna dair bir kehanette bulunmaktadır karga (ya da İtalyan sol entelektüellerinin Togliatti öncesi dönemi).

Sonra yürüyerek babanın borçlu oladuğu bir mühendisin bulunduğu bir partiye giderler. Parti Dante’ye meraklı bir dişçinin (Dentista Dantista) evindedir. Evdeki uşak robot gibi hareket etmektedir. Mühendisin yanına giderken geçtikleri koridorların duvarları resimler, büstler ve heykellerle doludur. Duvarlar görünmemektedir. Burada da burjuvazinin sanat anlayışına yönelik bir eleştiri vardır: onların sanat anlayışı bir sanat toplayıcılığından öteye geçememektedir. Böylece mühendisin yanına varırlar. Önce mühendisin iki köpeği gelerek onların üstüne atlar. Baba-oğul iki köpeğin ayakları altında kalmışlardır. Köpeklerin pençelerinin baba-oğulun üstünde olması biraz sonraki diyaloglarla da beraber düşünüldüğünde anlamlıdır.

Birazdan mühendis çıkıp gelir. Yanında iki köpek daha vardır. Babanın borcunun süresinin dolduğunu ve ödeme yapmasının gerektiğini söyler. Baba ise başından geçen olayları anlatır. Oğlunun bir kaza yaptığını, bu nedenle para vermek zorunda kaldığını, borcunu alamadığını vb. açıklayıp köpekleri çekmesini ister. Bunun üzerinde mühendis “Eğer parayı ödemezsen seni hapse tıkarım”, [“So pay up or I’ll put you in jail”]der. Bu sözlerden sonra mühendisin köpeklerini burjuvazinin iktidar aygıtlarına benzetmeden edemezsiniz. Mühendis onları hapse attırmak konusunda kendisine çok güvenmektedir. Her şeye karşın baba mühendise saygılarını sunar ve oradan ayrılırlar. Çıkarken yolda dişçinin ellerinde enstrüman olmayan bir orkestrayı yönettiğini görürüz. Resimlerle dolu duvarları anımsatır bu durum. Karga çıktıktan sonra: “Hep aynılar, hiçbir şey onları değiştirmeyecek”, [“They are always the same, nothing will change them”] der. Bu sırada gitmekte olan bir otobüse yetişmek üzere oğlan koşmaya başlar. O otobüse yetişir. Babası da olabildiğince hızlı (yaşlı bir adam ne kadar yapabilirse) yaklaşmaktadır. Tam geldiği sırada otobüs hareket eder. Çok umutsuzluk verici bir durumdur. Bu arada baba ve oğul yürürlerken arkada bir tabela görünür: Küba 13 257 km. oğul fabrikada işe girdiğinde ilk grevde mühendisin köpeklerini öldüreceğini söyler. Ve babasına onun da gelip gelmeyeceğini söyler. Burada da köpeklerin bulunduğu konumun bir iktidar aygıtı konumu olduğu anlaşılmaktadır. İlk grevde, burjuvaziye karşı ilk direnişte oğul onları yok edeceğini söyler.

  
Hemen sonrasında Togliatti’nin cenaze törenine götürür bizi yönetmen. Bunlar, cenaze töreninden alınmış gerçek görüntülerdir. Uzunca bir süre bunları izleriz.

Cenaze töreninden sonra karga, artık onlara nereye gittiklerini sormayacağını söyler. Her şeyi bilen kendisi için onların nereye gittiğinin bir sır olarak kalacağını da sözlerine ekler. Toprak bir yolda yürümeye devam ederler. Yol kenarında oturmakta olan bir fahişeyle karşılaşırlar. Kadının adı Luna’dır. 100 metre daha yürüdükten sonra önce baba sonra da oğul mideleri ağrıyormuş gibi yaparak kadının yanına giderler ve sonra geri dönerler. Bu sırada babayla konuşan karga şunları söyler: “Profesörler soslanıp yenmelidirler. Ama onları yiyen de zamanla profesöre dönüşecektir” [“Professors should be eaten with a piojuant sauce. But anyone who digests them turns into a bit of a professor himself”]. Profesörlerin yenmesi gerektiğini söylüyor ama onları yiyenlerin de profesöre dönüşmesi umtut kırıcı. Bu arada ekranda karganın çok ama çok konuştuğu yazısını görürüz. Ancak söylediklerinden bazıları kayda değerdir ve kendi sonuna dair kehanetler de içermektedir: “God, fatherland, family how I railed against them. Today, it’s no longer any use. Or maybe it’s me… My time is over. My words fall into void. But I do not bewail the end of my beliefs. Someone else will come, take up my banner and bear it forward. I weep only for myself. That’s human, for someone who feels he doesn’t count anymore.”

Biraz sonra baba-oğul kargayı kesip soslayıp yerler. Çünkü onunla yollarına daha fazla devam edemeyeceklerdir.

By Özgür Öztürk 14 Ağustos 2015

Pasolini’yle Röportaj: “Hepimiz Tehlikedeyiz”


Pasolini ile öldürülmesinden birkaç saat önce 8 Kasım 1975 günü yapılan bir röportaj, Röportajın başlığının kendisi tarafından saptandığını belirtmek gerek. Görüşmenin sonunda, geçmişte de olduğu gibi, ayrıldığımız görüş noktaları belirdi ve ben ona röportaja bir isim verip vermek istemediğini sordum. Biraz düşündü ve önemli olmadığını söyledi; konuyu değiştirdi. Daha sonra bir şeyler bizi yine bu ana konuya getirdi. ‘işte her şeyin anlamı’ dedi . ‘Sen, şimdi seni kimin öldürmeyi planladığını bile bilmiyorsun. Bu adı ver istersen : Çünkü , hepimiz tehlikedeyiz!

– Pasolini, sen birçok yazında nefret ettiğin şeylerden bahsettin. Tek başına, birçok şeye , kuruma, görüşe kişiye ve güce karşı bir savaş açtın. Soruyu daha karmaşık hale getirmemek için, başkaldırdığın bu sahneye ‘konum’ diyeceğim. Senin bahsettiğin bu konum tüm kötü yanlarıyla seni Pasolini yapan şeyleri kapsıyor. Yani yaratıcı güç ve değerler senin, ama ya araçlar? Araçlar ‘bu konum’undur. Seninki hayali bir düşünce diyelim. Bir el hareketi yapıyorsun ve her şey, senin nefret ettiğin her şey siliniyor. Sen ne oluyorsun? Sen o zaman yalnız ve araçsız kalmaz mısın?

Evet, anladım. Ama ben bu hayali düşünceyi yalnızca denemiyorum, aynı zamanda ona inanıyorum da . Medyumca değil tabii ki. Fakat biliyorum ki hep aynı çiviye vurarak tüm bir ev bile yıkılabilir. Radikallerin verdiği örnek ufak da olsa çok anlamlı : tüm bir ülkenin bilincini değiştirmeye çalışan üç-beş kişi. Tarih de bize bunun daha büyük bir örneğini veriyor. Yadsıma, her zaman asıl hareket olmuştur. Azizler, inzivaya çekilenler, entellektüeller. Tarihi yapan azınlık hep hayır diyenler olmuştur. Harekete geçiren yadsıma büyük ve tek vücut olmalıdır. Eichman iyi niyetliydi. Peki onda eksik olan neydi? Onda eksik olan başlangıçta bürokratik ve idari görevlerini yaparken hayır diyebilmesiydi. Belki arkadaşlarına ‘şu himmler hiç mi hiç hoşuma gitmiyor’ diye söylenmişti. Belki de şu ya da bu tren, ihtiyaçlar için günde bir kez duruyor diye isyan etmişti. Ama hiçbir zaman makineyı durdurmayı denemedi. O halde üç tane konu var önümüzde. ‘Konum’ nedir, onu neden durdurmak ya da bozmak gereklidir? Ve ne şekilde?


– İşte, ‘konum’u tanımlıyorsun. Bilirsin ki yazıların ve dilin , toz zerreciklerinden sızan güneş etkisini yapar. Güzel bir görüntü , ama bu durumda az ve silik görülür ya da anlaşılır, değil mi?

Güneş tasvirine teşekkürler. Ama ben çok daha azını bekliyorum. Senin etrafına bakıp trajediyi algılamanı. Hangi trajedi ? Trajedi artık insanoğlunun değil de birbirlerine çarpan tuhaf makinelerin var olmasıdır. Ve biz aydınlar, geçen yılın ya da on yıl öncesinin demiryolları tarifesini alıp diyoruz ki: ‘Ne acayip, bu iki tren buradan geçmiyorlar ki, nasıl olup da bu şekilde çarpıştılar? Ya makinist çıldırdı ya bir suçlu vardı ya da bir komplo’. Özellikle komplo fikri bizi çileden çıkarıyor. Tek başımıza gerçekle yüzyüze gelme ağırlığından bizi koruyor. Biz burada konuşurken birileri bizi dışarı atma planları yapsa ne de hoş olurdu doğrusu. Kolay ve basit. Biz bazı arkadaşlarımızı kaybederiz, sonra örgütlenir ve ‘bizi kovanlar’ı biz kovarız yavaş yavaş, değil mi? Televizyonda Paris Yanıyor’u gösterdiklerinde, herkesin, gözleri yaşlı tarihin tekerrür etmesi isteğiyle tutuştuğunu biliyorum. Kolay, sen ordan, ben burdan temizleriz, bir evin dış cephelerini temizler gibi. O zamanlar halkın ‘seçim yapmak’ için ödediği zorluğun, acının, kanın üzerine şaka yapmayalım. Tarihin o anında sıkışıp kalındığında bir seçim yapmak, her zaman trajedidir. Faşist Salo, SS nazi subayı, ya da normal insan, bilincinin ve cesaretinin yardımıyla ona karşı çıkar. Ama şimdi bu olanaksızdır. Biri sana dostça, kibar ve saygılı bir biçimde yanaşıyor (televizyonda örneğin). Diğeri -ya da diğerleri- senin karşına ideolojik görüşleri, savunmalarıyla çıkıyor ve sen bunların tehdit unsuru taşıdıklarını hissediyorsun. Bayraklarını açıyorlar, sloganlar atıyorlar, ama onları ‘erk’ten ayıran nedir peki?

– Sana göre ‘erk’ nedir, nerededir ve onu nasıl ininden dışarı çıkarırsın?

Erk, bizi hükmedenler ve hükmedilenler diye ayıran eğitim sistemidir. Ama dikkat etmek gerekir. Bu eğitim sistemi yöneten sınıflardan, aşağılara taa yoksullara kadar uzanan sistemi oluşturur. Işte bu yüzden herkes aynı şeyleri arzular ve aynı şekilde davranır. Eğer elimde bir yönetim kurumu ya da bir borsa girişimi varsa bunu kullanırım. Aksi takdirde bir engel kullanırım. Ve bir engel kullandığımda, istediğimi elde etmek için şiddete başvururum. Peki neden o’nu istiyorum? Çünkü, bana onu istememin bir erdem olduğunu öğretmişlerdir. Ben de bu -erdem- hakkımı kullanırım. Hem katilimdir, hem de iyi.

– Seni politik ve ideolojik bakımdan tarafsızlıkla, faşist, antifaşist olma ayrımının işaretini yitirmekle suçladılar.

Bu yüzden geçen yılın demiryolu tarifesinden bahsediyordum işte sana. Sen hiç vücutları bir tarafa, başları diğer tarafa baktığı için çocukları pek güldüren kuklaları görmüş müydün? Sanırım Toto böyle bir görüntüyü denemişti. Işte ben aydınların, sosyologların, uzmanların ve gazetecilerin gruplarını böyle görüyorum. Olaylar burada cereyan ediyor ve baş diğer tarafa bakıyor. Faşizm yok demiyorum, yalnızca dağdayken denizden bahsetmekten vazgeçin diyorum. Burada öldürme isteği var. Ve bu istek bizi bütün bir sosyal sistemin iflas etmiş solunun, solcu kardeşleri gibi bağlıyor. Eğer her şey kara kuzuyu ayırmakla çözülseydi benim de hoşuma giderdi doğrusu. Ben de kara koyunları görüyorum, hatta hepsini görüyorum. Bela da burada işte. Moravia’ya da söyledim. Ben yaşadığım hayatla bir bedel ödüyorum. Tıpkı cehenneme inen biri gibi. Ama döndüğüm zaman -eğer dönersem- farklı şeyler görüyorum. Bana inanın demiyorum. Gerçekle yüzyüze gelmemek için her zaman konuyu değiştirmeniz gerek diyorum.

– Peki gerçek hangisidir?

Bu kelimeyi kullandığıma pişmanım, ‘Açıklık’ demek istiyordum. Olayları sıralı tekrarlayalım. Ilk önce trajedi: ne pahasına olursa olsun her şeyi elde etme arenasına bizi iten, ortak, zorunlu ve yanlış bir eğitim. Bu arenada kimimiz kanunlar, kimimiz de engellerle silahlanmış şekilde itilmişizdir. O halde ilk ve klasik ayırım ‘zayıflarla birlikte olmak’tır. Ama, bir ölçüde herkes zayıftır çünkü herkes kurbandır, diyorum ben. Ve herkes suçludur da, çünkü herkes katletme oyununa hazırdır. Alınan eğitim: ‘sahip olma, elinde tutma ve yok etme’den ibarettir.

– O halde başlangıç sorumuza dönelim. Sen, hayali olarak , herşeyi yok ediyorsun, ama sen kitaplarda yaşıyorsun ve onları okuyan zekalara ihtiyacın var. Yani, tüketiciler aydınların ürünleriyle eğitiliyorlar. Sen, sinema yapıyorsun ve yalnızca hazır platolara değil, birçok büyük teknik makineye ihtiyacın var. Bütün bunları yok edersen, sana ne kalıyor?


Bana her şey kalıyor, yani kendim, hayatta olmam, görmem, çalışmam ve anlamam. Olayları anlatmanın, dilleri dinlemenin, dialektler yaratmanın, kukla tiyatrosunun bin şekli vardır. Diğerlerine çok daha fazlası kalır. Beni örnek alabilirler, benim gibi bilgili veya benim gibi cahil. Dünya daha büyür, her şey bizim olur ve ne borsa, ne yönetim kurulu ne de engellere başvurmamız gerekir. Görüyorsun, bir çoğumuzun hayal ettiği dünyada (tekrarlıyorum: geçen yılın demiryolu tarifesini okumak, hele bu koşullarda yıllar öncesininkini okumak) silindir şapkasıyla ve ceplerinden dolarlar akan patron ve çocuklarıyla adalet dilenen sıska dul vardı. Kısacası, Brecht’in güzel dünyası.

– O dünyaya özlem duyuyorsun diyebilir miyiz?

Hayır, patron olmaksızın patrona karşı çıkan o zavallı ve gerçek halka özlem duyuyorum. Her şeyden soyutlandıkları için kimse onları sınıflandıramamıştı. Ben patronla aynı, ne pahasına olursa olsun, her şeyi isteyen zencilerden korkuyorum. Bu acımasız şiddete yönelik inatçılık artık karakter ayrılığını yıkıyor. Son anda hastaneye kaldırılan kimse -biraz yaşama belirtisi varsa- doktorların yaşama olasılığı hakkında söyleyeceklerinden çok polislerin suçlu konusunda söyleyecekleriyle ilgilenir. Dikkat edilmesi gereken şey, neden-sonuç zincirinin, ya da kimin baş suçlu olduğunun benim artık ilgimi çekmemesidir. Senin ‘konum’ diye tanımladığın kavramı açıkladığımızı zannediyorum. Tıpkı bir şehirde yağmur yağdığı zaman türbinlerin suyla dolması gibidir. Su yükselir, masum bir sudur bu, ne denizin hırçınlığı ne de nehrin kollarının kötülüğü vardır bu suda. Fakat , herhangi bir nedenden dolayı alçalmaz da hep yükselir. Birçok çocuk şiirindeki, ‘yağmurun altında şarkı söylerken’deki sudur. Ama yükselir ve seni boğar. Eğer bu noktadaysak diyorum, zamanımızı oraya buraya bir etiket koyarak geçirmeyelim. Bu lanet olası suyun çıktığı noktayı bulalım, henüz hepimiz boğulmadan.

– Sen bu yüzden mi, zorunlu olan bir okula gitmeyen cahil ve mutlu çobanlar istiyorsun?

Böyle tanımlamak pek basit kaçardı. Ama bahsedilen zorunlu okul, umutsuz gladyatörler üretiyor. Kitle, umutsuzluk ve hınç olarak büyüyor. Ben belki inanmadığım bir fikir ortaya attım diyelim. Siz bana bir başkasını söylersiniz. Yani özgür ve kendi kendinin patronu olmak, amacı yüzünden ezilmiş halkın katışıksız devrimi için hayıflanıyorum denebilir. Italya ve dünya tarihinde hâlâ böyle bir anın gelebileceği hayalini kuruyorum. Bu, düşündüğüm gelecek şiirlerimden birinde esin kaynağı olabilir. Ama bu bildiğim ve gördüğüm değil, düşlerimin dışında demek istiyorum. Ben cehenneme inmiyorum ve başkalarının huzurunu neyin bozmadığını biliyorum. Ama dikatli olun. Cehennem size doğru yükseliyor. Tabii ki farklı maskeler ve bayraklarla geliyor. Tabii ki kendi değişmezliğini, açıklamasını düşlüyor. Ama onun engel koyma gereksinimi, saldırma, öldürme isteği kuvvetli ve geneldir. ‘Şiddetli hayat’a başlayan birinin deneyimi uzun süre gizli kalmayacaktır. Kendinizi kandırmayınız. Ve siz okulunuz, televizyonunuz, gazetelerinizle birlikte sahip olma ve yok etme düşüncesi üzerinde temellendirilmiş düzenin savunucularısınız. Ne mutlu size ki bir suçun üzerine güzel bir etiket yapıştırdığınızda mutlu oluyorsunuz. Bu bana kitle kültürünün başka bir işlemi gibi görünüyor. Bazı şeylerin gerçekleşmesine engel olunamadığında, çeşitli raflar meydana getirerek huzur bulunuyor.

– Ama ortadan kaldırmak, yaratmak demek olmalı. Tabii eğer sen de bir yıkıcı değilsen. Kitaplar, örneğin, ne anlam taşıyorlar? Halk için değil, kültür için üzülenlerin yanında görünmek istemiyorum ama senin farklı dünya görüşünde, bu kurtarılmış halk, artık primitif olma özelliğini kaybetmiş olacak (bu sana sık yöneltilen suçlardan biri), eğer daha gelişmiş tanımını kullanmazsak…


Tüylerimi diken diken ediyor.

Moravia konuşmamda açıkladığımı sanıyorum. Kapamak, benim lisanımda değiştirmek demektir. Durumun umutsuzluğu ve kesinliği ölçüsünde kesin ve umutsuz bir değişim. Moravia ile, özellikle de Firpo ile gerçek anlamda bir tartışmayı önleyen şey, aynı sahneyi görmeyen, aynı halkı tanımayan, aynı sesleri duymayan insanlara benzememizdir. Size göre bir olay, güzel, düzenli, net başlıklı olarak tanımlandığında gerçekleşir. Ama altında ne vardır? Orada malzemeyi inceleyen ve ‘beyler bu bir kanserdir, iyi huylu bir ur değildir’ diyebilme cesaretine sahip bir cerrah eksiktir. Bir kanser nedir? Tüm hücreleri değiştiren, her türlü mantıkla açıklamayı yadsıyan çıldırtıcı boyutlarda onları büyüten bir şeydir. Önceleri bir aptal ya da bir talihsiz olsa da (kanserden önce diyorum) önceki sağlığına kavuşabilmeyi hayal eden hasta, bir nostaljik midir? Işte, her şeyden önce aynı eski görüntüye sahip olmak için büyük bir çaba gösterilmesi gerekir. Ben politikacıları, onların formüllerini dinliyorum ve deli oluyorum. Hangi ülkeden bahsettiklerini bilmiyorlar, ay kadar uzaklar. Edebiyatçılar, sosyologlar ve her türden uzman da öyle.

– Senin için bazı şeyler çok mu net peki?

Artık kendimden bahsetmek istemiyorum. Fazla bile söyledim. Herkes bilir ki, ben deneyimlerimi birey olarak ödüyorum. Fakat benim kitaplarım, filmlerim de var. Belki ben de yanılıyorum. Ama yine de hepimiz tehlikedeyiz demeye devam ediyorum.

– Pasolini, eğer sen yaşamı böyle görüyorsun -bilmem ki bu soruyu kabul eder misin- riski ve tehlikeyi nasıl önlemeyi düşünüyorsun?

Saat oldukça geç olmuştu, Pasolini ışığı açmamıştı ve not almak gitttikçe güçleşiyordu. Yazdıklarıma birlikte göz attık. Sonra artık soruları bir yana bırakmamızı önerdi. ‘Çok soyut kalan bazı noktalar oldu sanıyorum. Bırak biraz düşüneyim, gözden geçireyim. Bir sonuç bulmam için biraz zaman tanı bana. Benim için yazmak konuşmaktan daha kolaydır. Yarın sabaha, sana eklediğim notları bırakırım.’ Ertesi gün, Pazar günü , Pier Paolo Pasolini’nin cansız vücudu, Roma polisinin teşhis odasındaydı.

Röportaj: Tutto Libri, 8 Kasım 1975
By Özgür Öztürk on      14 Ağustos 2015 Kültür Sanat, Sinema

Kötülüğün sıradanlığı I Hannah Arendt

09/09/2015

Bu, toplu bir delilik hali... İki dünya savaşı arası Avrupa'sının çok yakından tanıdığı bir delilik hali...

Toplumsal bir nevrozun, ne zaman dineceği, bir sonraki hedefinin kim olacağı kestirelemeyen bir şiddet sarmalının pençesindeyiz.

Şiddet her yerde...

Iğdır’da, Dağlıca’da, Cizre’de, Bağcılar’da, Tarsus’ta, Kamp Armen’de, Mersin’de, Konya’da...

Televizyonunuzu açıyorsunuz ekranınızda..

Gazetenizi çeviriyorsunuz tam sayfa önünüzde...

Otobüse biniyorsunuz arkanızdaki koltukta...

Elektronik postalarınızı açıyorsunuz yazdığınız bir yazıya kızmış bir vatandaşın ağız dolusu küfür ve tehdit savuran sözcüklerinde...

Şiddet her yerde ve gittikçe sıradanlaşıyor...

İnsan sormadan edemiyor: bunca kin ve nefret nasıl birikti içimizde?

Hannah Arendt Yahudi kökenli Alman bir felsefeci.

1960 yılında yakalanarak Kudüs’te yargılanan Nazi savaş suçlusu Otto Adolf Eichmann üzerine önemli bir eser kaleme aldı.

Eserin başlığı ‘Kötülüğün Sıradanlığı Üstüne Bir Çalışma: Kudüs’teki Eichmann’.

Yahudi soykırımı sırasında toplama kamplarına getirilen Yahudilerin nakledilmesinden sorumlu Eichmann, yargılama sırasında, işlediği cinayetleri ‘iyi bir devlet memuru ve yurttaş olarak görev bilinciyle’ yaptığını söylüyor.

Hannah Arendt’i Eichmann’ın savunmasında en çok etkileyen ve ‘kötülüğün sıradanlığı’ (banality of evil) olarak kavramsallaştırdığı durum, Eichmann’ın yaptığı herşeyi ‘iyi bir yurttaş bilinciyle’ yaptığına içtenlikle inanması.

Şöyle diyor Arendt:

‘Eichman aptal bir adam değil. Sadece kendi zihniyle düşünemeyen, egemen söylemi sorgulamadan iliklerine kadar çekmiş ve egemen söylemin dikte ettiği ‘iyi vatandaş olma’ kalıbıyla hareket eden sıradan bir adam. Öylesine içselleştirmiş ki topluma dikte edilen kamu ahlakını, terfi ettirilmesi gerekirken neden o mahkeme salonunda olduğunu anlamaya çalışıyordu yargılama boyunca.’

Arendt, ‘görevini yapan yurttaş’ inancının arkasında yatan milliyetçi/ulus-devletçi söylemin tehlikelerinden bahsediyor.

Bu söylemin bireyin kişisel vicdanını ve bireysel muhakeme yetisini devre dışı bırakıp, onu devlet adına, millet adına, siyasi erk adına suç işlemenin meşru olduğuna inandırdığını söylüyor.

Yani toplumsal şiddetin artması ve sıradanlaşmasının altında siyasi erk tarafından belirlenen söylem, ‘iyi yurttaş/kötü yurttaş’ tanımı ve kamu ahlakı önemli bir rol oynuyor.

Birey birey olmaktan çıkıyor, siyasetin belirlediği çerçevede kendisini ‘daha büyük ve kutsal’ bir bütünün parçası olarak tanımlıyor. Ve bu çerçeve içinde işlediği her türlü suçu meşrulaştırıyor.

İçişleri Eski Bakanı İsmet Sezgin’in, BBC Türkçe servisinde yer verilen söyleşisi bu psikolojinin en net yansıması.

90’lı yıllardaki fail-i meçhul cinayetler ve diğer hukuk dışı uygulamalar için şunları söylüyor Sezgin:

‘1994 senesinden itibaren birtakım olaylar meydana geldi. 1994 senesinden evvel de olaylar meydana geldi. Birtakım ölümler, öldürmeler oldu. Ve hapis etmeler oldu. Bir nevi bir mücadele oldu. Bugün adlandırıldığı şekilde, bazı vatandaşlarımız öldürüldü. Ve bir mücadele veriyorduk. Bu mücadelede değişik yöntemler de kullanıldı.Benim inancıma göre Türkiye o dönemde, o söylediğim dönemde Çiller hükümetinin kurulduğu zamanda işi daha önemle ele almak istedi. Polisi, jandarmayı daha ziyade dahil etmek istedi. Dışarıdan birtakım kimseleri de görevlendirdi. Yani devlet, kendi görevlerini, devlet görevlisi olmayan birtakım kişilere yaptırmak istedi…

Devletin yapması gereken istihbaratı onlar yaptı bir yerde. Bir yerde de gerekli kişileri kışkırttı. Bir yerde de gerekli kişileri ortadan kaldırmanın yollarını aradı. Bir kısmı da birbirini tahrik eder duruma geldi. O dönemde de Diyarbakır’da bir ikinci grup türedi. PKK’nın karşısında. Onlar da daha ziyade dinsel bir gruptu. Onlar da daimi olarak PKK ile mücadele içerisindeydi. Bir yerde bunları devlet olma mecburiyetinden, halkın bu konu nedeniyle büyük derecede sıkıntıya düştüğünden, bunun ortadan
 kaldırılmasını istediğinden kaynaklandı. Bu iyi niyetle yapılmıştır.’

İsmet Sezgin’in bahsettiği ‘iyi niyetle’ işlenmiş cinayetler ve en ufak bir vicdani sorgulama yapmadan devlet adına görevini yerine getiren memurlar, Arendt’in Eichmann’da gördüğü ‘kötülüğün sıradanlaşması’nın ta kendisi.

Bugünün Türkiyesinde ise bunun farklı tezahürlerini toplumsal düzeyde görüyoruz.

Hükümetin kendi siyasi hesaplarına hizmet edecek şekilde belirlediği kamu ahlakını, vatandaşları birbirini ihbar etmeye teşvik eden ‘iyi yurttaşlık’ tanımını, milliyetçilikleri çarpıştıran, kendinden olmayan toplum kesimlerini ‘devlet düşmanı’ ilan eden, her türlü yolsuzluğu, hukuksuzluğu, adaletsizliği  ‘devlet olma mecburiyeti’ ne bağlayan söylemi hiç sorgulamadan içselleştiren kitleler var.

Türk ve Kürt milliyetçiliğini insanlığın üstünde gören, bu uğurda atılacak her türlü adımı mübah kabul eden kalabalık bir güruh var.

Kendi bireysel vicdanını ve muhakeme yeteneğini devre dışı bırakıp, dünyayı siyasi erkin tanımladığı çerçeveden gören milyonlarca insan var.

Gezi’nin arkasında ‘Lufthansa ve faiz lobisinin’ olduğuna yürekten inanan, ‘Ama PKK’lılar da sünnetsizmiş, bu ülkede nasıl kardeşlik içinde yaşayacağız’ diyen eğitimli insanlar tanıyorum.

Televizyonda bir milletvekilinin taşlı sopalı bir grupla bir gazetenin kapısına dayandığını görüyoruz.

Bir liderin, siyasi rant için, çocuğu polis tarafından öldürülmüş acılı bir anneyi meydanlarda yuhalattığını izliyoruz.

Türkiye’nin farklı kentlerindeki kiliselerin katliamla tehdit edildiğini, Tuzla’da bulunan Ermeni Yetimhanesini basan bir grubun ‘tekrar gelip kafanıza sıkacağız’ dediğini işitiyoruz.

Muğla’nın Seydikemer ilçesinde peşmerge kıyafeti giyen bir adamın, kendini ‘yurtsever’ olarak gören bir grup tarafından dövülüp, Atatürk heykeli öptürüldüğünü okuyoruz.

Bu, toplu bir delilik hali…

İki dünya savaşı arası Avrupa’sının çok yakından tanıdığı bir delilik hali…


Her birimizin sakinleşmeye, durup düşünmeye, her an bize dikte edilen ve bizim hiç sorgulamadan kabul ettiğimiz yargıları/değerleri sorgulamaya, siyasetin kölesi olmuş akıllarımızı ve ruhlarımızı özgürleştirmeye ve bireysel vicdanımızı yeniden keşfetmeye ihtiyacımız var.

Gönül Tol

Ordered Rape of Dalit Sisters Highlights Severe Caste and Gender Discrimination in India


BY GUEST WRITER
September 9, 2015 at 2:53 PM

By Gopika Bashi, @gopikabashi, Women’s Rights Researcher, Amnesty International India

On 24 August, Amnesty International India launched a petition regarding two Dalit sisters who had been ordered to be raped and paraded naked by a khap panchayat – an unelected village council – in Baghpat, Uttar Pradesh in northern India, as ‘punishment’ because their brother had eloped with a married woman from a dominant caste.

Amnesty offices around the world circulated similar petitions, so that our supporters globally would have an opportunity to take action. Over 500,000 people have so far signed these petitions.

Some media organizations have subsequently released reports which have questioned the petition. Some have said that members of the gram panchayat – the elected village council – and members of the dominant caste have denied the allegations. Others have claimed that Amnesty did not investigate the case.

Unfortunately, these reports have taken the attention away from the situation of the sisters themselves, who along with their family still fear for their safety.

We first took notice of the case when the Supreme Court provided a response on 18 August to a 146-page writ petition filed by Meenakshi Kumari, one of the sisters, seeking protection and investigation. It is highly unusual for a Dalit family to approach the Supreme Court with such a petition. The family has also submitted complaints to the National Human Rights Commission and the National Commission for Scheduled Castes.

We immediately got in touch with the lawyer and the family (with whom we remain in regular contact), and reviewed the documentation submitted to the Supreme Court, which detailed a history of harassment and intimidation. We also contacted journalists at the national and state level, who were unable to substantiate the information. We also spoke to local police officials and a khap leader, who said that the khap panchayat had not taken place.

We have remained in touch with the family, and have spoken over the telephone or in person to five members of the Jatav (Dalit) community in the village who have told us that the khap panchayat had issued the order, and have spoken about the atmosphere of fear in the village which is now preventing members of the Dalit community from speaking out.

One member of the community told us:

“People are afraid. They don’t want to come forward… Jatavs are a minority here, there are only a few of us. If they speak or they come forward, they and their family members will be finished off.”

CASTE-BASED DISCRIMINATION
The family’s petition to the Supreme Court also contains several other allegations of human rights abuses. The sisters had been living away from the village since May 2015, when their father Dharampal Singh allegedly began receiving threats to the family, following the elopement of his son with the woman from the dominant caste.

Dharampal Singh told us, “I was fearful that they [members of the Jat community] would kill me or my family.”

The petition to the Supreme Court includes:

A statement made by the Jat woman to the Delhi Police on 2 May after her elopement, in which she said that she faces threats to her life from her relatives. An excerpt reads:

“I will live with Ravi, otherwise I will die because I want to give birth to the child of Ravi. Ravi’s child is in my womb. I do not want to go to my home as I’m in danger from my family members as they will kill me, and I don’t want to go to the home into which I was married also because those people beat me. I want to go with Ravi. I should be allowed to go with Ravi.”

A transcript of a recorded telephone conversation on 24 May, allegedly between the Dalit woman’s father and the Jat woman’s uncle, in which the latter suggests that the Dalit woman could be raped, and threatens the father against returning to the village.

A transcript of a recorded telephone conversation on 30 May allegedly between the Dalit woman’s brother and a police official who says that the Dalit family’s house has been locked up by relatives of the Jat woman.

Details of other situations in which threats are allegedly made that the Dalit women could be raped. A statement by the father reads:

“On 24.4.2015 the parents of girl _____ and her brother _____ along with their other relatives came to my home and started saying that we are from Jat community and this village is of Jats and now see we will do whatever with you as we will not allow you to live in this village and we will take revenge of the girl with the girl of your family and then they started frequently visiting at my house. And now their acts have so much increased that they have now started beating the doors of my house at village at 2-3 O’clock in the night and they started giving threat to kill us and kidnap and commit rape of my daughters and kill them also and they also started saying that now we will see that who will save you and who will speak to your Chamars against our wishes, and we will not leave him also who will speak regarding us.”

ROLE OF THE POLICE
In their petition and in conversations with Amnesty International India, the family says that the local police have also been involved in harassment and intimidation. The family says that the police had illegally detained one of Meenakshi Kumari’s cousins in May for three days and tortured him to try to learn the whereabouts of the couple who had eloped. An uncle was also allegedly illegally detained.

Meenakshi’s brother Ravi was arrested in May for alleged drug possession a day after he and the Jat woman were handed over to the police. In a recorded telephone conversation allegedly between Ravi’s brother and a local police official, the official admits that Ravi had been falsely implicated, and could have faced an even more serious charge.

The family says that they chose to approach the Supreme Court because they felt that the likelihood of an impartial and independent investigation by the local police was low.

NATURE OF KHAP PANCHAYATS
Our petition mentions the khap panchayat, an unelected all-male village council. Some media reports have questioned this statement, pointing out that the ‘village council’ in Sankrod, Baghpat included several women, and was headed by a Dalit woman.

Khap panchayats are distinct from gram panchayats, which are formally elected administrative bodies. Khap panchayats, in contrast, are unelected bodies that are almost always dominated by dominant caste men. Their meetings are usually held only between members of one caste and there are usually no written records of their proceedings.

Khap panchayats wield immense power and hand down orders with little accountability. In states such as Uttar Pradesh, Haryana, Punjab and Rajasthan, families have been known to file false cases, inflict violent punishments and even carry out killings to protect their ‘honor’ when couples choose to elope or marry in violation of caste norms.

In 2011, the Supreme Court of India described khap panchayats as kangaroo courts, and observed:

“We have in recent years heard of `Khap Panchayats’ (known as katta panchayats in Tamil Nadu) which often decree or encourage honour killings or other atrocities in an institutionalized way on boys and girls of different castes and religion, who wish to get married or have been married, or interfere with the personal lives of people. We are of the opinion that this is wholly illegal and has to be ruthlessly stamped out.”

A 2012 Law Commission Report refers to khap panchayats as practicing ‘moral vigilantism’. It said:

The pernicious practice of Khap Panchayats and the like taking law into their own hands and pronouncing on the invalidity and impropriety of…inter-caste marriages and handing over punishment to the couple …amounts to flagrant violation of rule of law and invasion of personal liberty of the persons affected.

It is unlikely that members of a khap panchayat will admit to passing an illegal order of this nature, as they could be subjected to criminal prosecution. A Dalit man from the village told us how he came to know about the khap panchayat order, “When the Jat community calls a panchayat, there is no question of them calling us … No one would allow us to go there…There are a few good people from their [Jat] community who tell us, ‘All of this is happening against you’”.

It is crucial that the enormous amount of media attention on this case does not distract from the issues it has raised – the realities of caste and gender discrimination that exist in India, and the serious consequences that those who violate these unwritten codes of conduct must face.

We have called for a swift, full and impartial investigation into the orders issued against the sisters, and for their safety and that of their family to be ensured. We have no plans to stop campaigning on this case until this has happened.


This entry was posted in Asia and the Pacific, Prisoners and People at Risk, Women's Rights and tagged Caste System, Caste-based Discrimination, Dalit, human rights, India, rape, Violence against Women, women's rights by Guest Writer. Bookmark the permalink.

Kapitalizmin İkonları: Para Sanat Yapınca

Edward ve Nancy Reddin Kienholz, for $ 475.00, 1990

[...] Ortada çok büyük meblağlar döndüğü bilgisi elbette sanata bakışı değiştiriyor; ama her şeye rağmen, tüm bu rakamların ortasında paranın ödendiği nesne var: yani eserin bizzat kendisi. Gözlemcilerin istediği de eserin değerinin tam olarak nereden kaynaklandığını tespit etmek: tüm o paranın izini esere sürmek. Bu denli pahalı bir nesneyi diğer tüm nesnelerden ayıran şeyin ne olduğunu bulmak istiyorlar. O yüzden de esere iyice dikkat kesiliyorlar; deyim yerindeyse hafiye misali büyüteçle bakıyorlar. Ustalıklı zanaatkârlık eserin neresinde; ya da sıradışı malzeme? Bu kadar pahalı olmayan nesnelere göre çok daha zengin, ihtişamlı ve etkileyici olması gerekmez mi? Bu tür soruşturmalar çoğunlukla sonuçsuz kalır. Eserde hiçbir çarpıcı teknik özellik bulunamaz; özellikle de söz konusu olan modern sanatsa. Ama görme bozukluğu abartılı duyarlılığa yol açar. Görme kabiliyetimiz azaldıkça, astronomik rakamlar gözümüze iyice büyük gözükür.

Para her durumda oradadır; öyle ki fiyat eserin değerini teyit eder, söz konusu eserin muazzam bir eser olduğunu düşündürtür. Üstüne üstlük, fiyat, yalnızca bir değer göstergesi olmakla kalmaz; eserin daha çok nazara alınmasına, değerlendirmeye konu edilmesine sebep olur, ki bu da paradoksal bir şekilde, sanki fiyat eserin aslî bir unsuruymuşçasına, fiyatta artışlara sebep olur. Bir de sanat dünyasının guruları vardır, konu hakkında son sözü söyleyen ve böylece çoğunluk tarafından sanat olarak kabul edilen şeyi “üreten” kurumlar: en başta da müze ve modern galerilerin antiseptik “beyaz küpleri”. “Beyaz küp”te arz-ı endam eden herhangi bir nesne sırf orada sergileniyor olmaktan dolayı daha çok ilgiye ve saygıya mazhar olur. Böyle bir kurumun yokluğunda modern ve çağdaş sanat üretiminin hatırı sayılır bir kısmı yok hükmünde olurdu. Mesela, hazır-nesneleri, esas itibariyle oldukları gündelik nesnelerden ayırt etmek imkânsız olurdu. Bu tür eserler, tıpkı fahiş fiyatlar gibi halkın gözünü korkutur. Sergilenmekte olan şeyin sanat olduğunu anlarlar ama onu sanat yapanın ne olduğunu bir türlü tespit edemezler.

Beyaz küp ile piyasa fiyatları arasında kurulabilecek benzerlikler bir yana, bir esere biçilen değer, bu ikisinde kendini farklı şekillerde ortaya koyar. Eser müzede bir teşhir nesnesi haline gelir. Tamamıyla bağımsızdır; gündelik hayata hiçbir göndermede bulunmaz ve dolayısıyla “yabancılaşmıştır”. Gündelik bağlantılarıyla birlikte algılanan diğer tüm nesnelerin aksine yalıtılmıştır ve bu da onu özel ilgi odağı haline getirir. Açıklayıcı çok az referans noktası sunulduğundan eser dünyadan kopuk ve anlaşılmaz kalır. Eserin anlam ve önemini pekiştiren işte tam da bu gizem halesidir. Oysa fiyat, müze ve beyaz küp gibi kurumların aksine, referans noktaları üretir. Fiyat etiketi taşıyan bir nesne paranın evrensel dilinde tartılır. Fiyatı etiketi taşıyan diğer bütün nesnelerle ilişkiye geçer. Bir şeyin fiyatı arttıkça gündelik ürünlerle arasındaki mesafe de açılır; gittikçe kendisi gibi fahiş fiyatlı nesnelerin yanına yaklaşır. Nasıl ki normalden daha yüksek bir fiyat biçilen bir nesne her şeyin daha pahalı ve dolayısıyla daha iyi olduğu bir gerçek âleme dahil edilmiş oluyorsa, bir müze de herhangi bir fiyat biçmeden, sırf önemini tekrardan takdire sunmak için bir eseri sergilendiğinde, o eserin piyasa değeri de bir kez daha gözden geçirilir. Yalnızca rekor fiyatlara satılan sayılı eser ayrı bir sınıf teşkil eder. Bunların yanında, en müsrif yaşam tarzının kimi unsurları bile paraca daha makul ve orta sınıf kaçar.

Abartılı rakamların sanat piyasasında arz-ı endam etmesiyle beraber eleştirmenler yüksek fiyatlar hakkında konuşmanın anlam ürettiğini fark ettiler. Bunun sonucunda gazete eklerinde bile sanat hakkında neredeyse sırf para üzerinden konuşulur oldu. Eleştirmenler argümanlarını belirli bir sanatçının eserlerinin değeri ve müzayedelerde kaptıkları fiyatlar üzerine inşa ediyorlar. Duyuracak yeni bir rekor olmadığında da durum aynı. Her halükârda, bir esere biçilen fiyattan dem vurmak sanatçıyı takdir etmenin bir yolu. Açık arttırmada yer almayan eserlerin lafı bile edilmiyor. Eleştirmenler, ancak şimdi klasik mertebesine yükselmiş ölü sanatçıların önemini bu sanatçıların eserlerine biçilen muazzam fiyatlarla ilişkilendirmekten de ayrı bir zevk alıyor; sanki rakamlar bu sanatçıların değerini kelimelerden daha sahih ve kesin bir şekilde ortaya koyabilirmiş gibi. Böylece, bir fiyat listesi bir eserin özgül niteliklerinin karmaşık ve çoğunlukla anlaşılmaz sözel tanıtım ve tarifinin işini hayli hayli görüyor. Sanat eleştirilerinin alamet-i farikası olan duygusallık, yerini bol sıfırlı rakamların yüceliğine bırakıyor. [...]

Modern sanatın alamet-i farikası yüceye duyulan özlemdir. Bunun farkında olanlar, son senelerde sanat piyasasında yaşanan patlamayla beraber yüksek ve özellikle de rekor fiyatların birdenbire her şeyden çok müstesnalık ve ulvi hisler vaat eder olduğunu da fark edecektir. Avangard hareketlerin döneminde her tür tabuyu kıran radikal soyutlamaların, cüretkâr hazır-nesnelerin ve performansların  üstlendiği görevi şimdi sanat fuarları ve müzayedeler yerine getiriyor. Sanatın yüceliği ve “ötekiliği” göze sokuluyor. Bu sanat insanı hayrete düşürüyor çünkü çoğunlukla fiyat bakımından ortada onunla kıyas kabul edebilecek hiçbir şey olmuyor. Herhangi birinin bir sanat eserine neden bu kadar çok para akıttığını, söz konusu eseri bu denli özel kılanın ne olduğunu ve paranın karşılığında alınan şeyin ne olduğunu anlamak zorlaştıkça iş iyice içinden çıkılmaz bir hal alıyor. [...]   

Wolfgang Ullrich, “Icons of Capitalism: How Prices Make Art” makalesinde seçilmiş pasajlar, Art, Price and Value: Contemporary Art and the Market içinde (Floransa: Centro di Cultura Contemporanea Strozzina, 2009).

Alındığı yer: The Market, der. Natasha Degen (Londra: Whitechapel Gallery/Cambridge ve Massachusetts: The MIT Press, 2013), s. 40-41.

2/9/2015 / skopdergi - Sayı 8 / Wolfgang Ullrich, Çeviri: Ayşe Boren