Sunday 17 January 2016
Kolera Sokağı’ndan David Lynch’e: Ağır Roman’ı Okumak
1970’ler:
Politik Çalkantıların Yılları
1971
yılı öykünün geçtiği yıl olarak önemli bir politik başlangıcı ve artarak devam
eden bir sosyal çalkantılar dağdağasını işaret eder. 1971 yılı her şeyden evvel
12 Mart Muhtırası’nın kanlı yılıdır ve tutuklamaların, politik baskıların,
işkencenin, sansürün, yasaklamaların, kamplaşma ve yıldırmaların merkez
noktasını oluşturur. Darbe iktidarını izleyen dönemde hükümet bunalımları ve
sancılı koalisyon yönetimleri, artık neredeyse bir katliama dönüşen sağ–sol
çatışmaları, ekonomik açmazlar bir başka darbeye, 12 Eylül askerî darbesine
değin devam edecektir. Söz konusu sosyo–ekonomik bunalım yılları Ağır Roman’ın
doğrudan ilgilendiği ve tematiğinin başat unsuru yaptığı meseleler değilse
bile, politik baskı ve yıldırma süreçleri, Ağr Roman’ın renkli Kolera
sakinlerinin kaotik evrenine ayna tutar.
Sokak
aralarında iktidarı temsil eden işkenceci polisler, politik arenanın baskıcı
figürlerinin karanlık uzantılarıdır. İktidar düşünce özgürlüğünü yok sayıp
karanlık uzantılarını kullanarak farklı renkleri ve düşünsel katmaları
dıştalarken Kolera’nın şüpheli dar sokaklarına teğet geçmeyecektir. Yeniyetme
bitirim Gıli Gıli Salih (toy bir Okan Bayülgen) o kurbanlardan sadece biridir.
Hitchcockyen
Atmosfer & Capracorn Kasaba
Ağır
Roman’daki karnavalesk hava göründüğü denli renkli ve cümbüş içre değildir.
Gıli Gıli Salih, Arap Sado, Mahallenin Şoparı, Poğaçacı Piyale, Fil Hamit,
Tibi, Reco, Reis, Puma Zehra, Gaftici Fethi gibi lakap ve yakıştırmalar
Kolera’nın farklı ve ilginç tiplemelerinin çeşitliliğinin göstergesidir. Kolera
aynı tip insanların karakteristik olarak benzer motivasyonlar sergiledikleri
Capracorn (Hollywood’un altın çağının stüdyo yönetmenlerinden Frank Capra’nın
masalsı anlatısı It’s a Wonderful Life anımsanabilir) bir insanlar topluluğu
değildir. Erkekler arasında ölümüne sert bir rekabet havası egemendir. Öte
yandan, girişte de belirttiğim gibi, Yeşilçam’a özgü masalsı bir hava da yoktur
ve iyi ile kötü kesin ve de derin çizgilerle birbirinden ayrılmamıştır.
Karanlıkta kalan, gri, flu ve ahlaksal olarak net olmayan tiplemeler
(anti–hero’lar ve anti–heroin’ler) mevcuttur. Ağır Roman’ın geleneksel olarak
çizgisini takip ettiği sinemasal tarz Capracorn’dan ziyade Hitchcockyen’dir.
Hitchcockyen
gerilim ve çelişkiler yumağı ahlaksal belirsizlikleri, ikili ruh durumlarını,
kararsızlıkları, ruhsal gitgelleri ve erotik–cinsel ikilemleri işaretler.
Bununla birlikte Alfred Hitchcock sineması, görünenin ardındaki görünmeyeni,
belirsizlikleri, gölgede kalanları, esrarlı arkaplanı çözümleme
derdinde/uğraşındadır. Mevcut düzlem için anahtar anlatı olarak onun Shadow of
a Doubt (1943, Şüphenin Gölgesi) isimli kara kurmacasını referans gösteriyorum.
Kasaba halkının bozulmamışlığını ve saflığını sembolize eden Genç Charlie
(masumun sureti Teresa Wright) ile karanlık amcası Charlie (gizlenmiş bir
Joseph Cotten) arasındaki esrarengiz ama yıkılmaya elverişli travmatik ilişki,
iyi ile kötünün ayırdedilemezliğini, görünenin ardındaki görünmeyeni, belirsiz
insan doğasının arkaplanını netleştirir. Genç Charlie çok sevdiği ve örnek
aldığı amcasının acımasız bir seri katil ve soğukkanlı bir hırsız olduğunu
yavaş yavaş keşfeder. Ağır Roman’da Salih toy bir delikanlı olarak çevresindeki
karanlık ilişkileri, meşum insan ilişkilerini keşfe çıkar ve karşılaştığı
manzara ürkünçlüğüyle, irrite edici göstergeleriyle korkutucu bir yeraltı
dünyasıdır. Karanlık yeraltı dünyası yukarıda bahsettiğim politik mengenesinde
küçük insanı ezip geçen politik kıskacın bir başka yüzünü oluşturur. Genç
Charlie amcasının persona’sını indirerek gerçeği keşfeder. Salih acemi bir genç
adamken sokağın sahnesine çıkar, İstanbul’un korkunç yüzünü keşfeder. Her iki
karakter de (kabul edelim ki, Salih bir anti–kahramandır, Genç Charlie ise
‘filmsel anlamda’ bir kahramandır) yaşadıkları coğrafyanın rengini ve dokusunu
anlamaya çalışırlarken farklı gerçeklerle yüzleşip farklı sonuçlarla karşılaşırlar.
Aşağıda bu meseleye yeniden döneceğim.
Kolera, Lynchville & Ataerkilliğin
İpuçları
David
Lynch’in 1980’li yıllarda ve sonrasında çok tartışılan postmodern anlatısı Blue
Velvet (1986, Mavi Kadife) tıpkı mainstream önceli Shadow of a Doubt gibi
Capracorn karşıtı, uzlaşmaz, iyi ve kötünün yan yana, iç içe yer aldığı
tekinsiz bir evren inşa eder. Amatör dedektif Jeffrey Beaumont (Lynch’in önemli
birkaç filminde de oynayan Kyle MacLachlan) ile trajik şarkıcı Dorothy Vallens
(yönetmenin o zamanlarki eşi Isabella Rossellini) arasındaki kırılgan ve
neo–romantik ilişki (Freudyen “ilk gece” şemasına uyan bir ilişkidir)
cinselliğin, erkek olmanın keşfi olduğu kadar özelde genç bir insanın kendi
benliğini ve çevresinin, genelde ise belirsiz ve incinebilir insan
ilişkilerinin, mafyatik ilişkilerin vd. keşfini de anlatır. Mafioso Frank Booth
(arızalı bir Dennis Hopper), baby face Jeffrey’nin yaşam olanaklarını tehdit
eden sadistik baba figürüdür. Kurban edilen femme fatale arketipi Dorothy’nin
asıl sahibi de odur. Salih’in sokakların ünlü fahişesi Tina (rahat bir oyun
sergileyen Müjde Ar) ile yaralı ilişkisinin arasına sızan küçük gangster Reis
(sadistik bir Mustafa Uğurlu) ile ölümüne mücadelesi Jeffrey Beaumont–Frank
Booth mücadelesini (psikanalizmde çocuğun annesine rağmen babasına karşı
mücadelesi; diğer bir deyişle, baba ile anne için rekabeti) büyük ölçüde
çağrıştırır.
David
Lynch’in masalsı ve yapaylığıyla ekrandan taşan kasabaları, Lynchville, bir–örnek
ve şirin banliyö evleri sunarken görünenin ardındaki görünmeyen meşum
ilişkileri de tasvir eder. Ağır Roman’da birbirlerini kollayan ve gözeten
kalabalık, sıradan bir poğaça satıcısının (Kolera Canavarı) sözüm ona bir seri
katil olduğu gerçeğiyle yüzleşir. Blue Velvet’te mafyatiklerin içinde yozlaşmış
bir polis memuru yer alır. Shadow of a Doubt’da örnek alınan sempatik amca
figürü de gizlenmiş ve maskeli bir seri katildir.
Günlük
yaşam pratikleri sıradan ve alışılageldik olanı, yerleşik insan özelliklerini
tanımlarken yanılsamalı ve yanıltıcı bir manzara sunabilir. Salih’in kankardeşi
Orhan’ın (şair Küçük İskender) gay olduğunu öğrenmesi ve yaşadığı kısa süreli
şaşkınlık toplumsal bir gizlenmişliği, baskılanmışlığı kateder. Erkeksi Salih,
“İnsanın kankardeşi tekerlek mi olur ulan!” diye posta koyar. Kallavi bir
erkeksiliktir onunki. Erkekliğin, erkek olmanın, erkeksi kuralların egemenliği
Ağır Roman’da anti–kahramanların davranışlarına olduğu kadar iğneli dillerine
de sızmış durumdadır. Kolera Canavarı olduğu anlaşılan seri katil Poğaçacı
Piyale kurbanlarının vajinalarını kesmektedir. Ataerkil düzenin devamlılığı
Salih’in Tina’ya, Salih’in babası Berber Ali’nin (saldırgan bir Savaş Dinçel)
karısı Emine’ye (sindirilmiş bir Sevda Ferdağ) karşı emrivaki ve buyurgan
tavırlarından ve Gaftici Fethi’nin (uçuk bir Zafer Algöz) kofik borazanlığından
da anlaşılabilir. Salih fahişeliği önleyemeyen, dahası öyle bir derdi de
bulunmayan, aksine sömüren ataerkil familyaya aittir. Babasının oğludur. Babası
da karısına karşı buyurgandır. Gaftici Fethi (bir kadın avcısı olduğunu duyurur
ama gay’lerle cinsel ilişkiye girer) nasıl iyi kadın tavlanır’ın ritüellerini
Koleralılara ifşa etse de Kolera’nın erkekleri bütün maço karakterlerine, sert
doğalarına ve erkeksi vurgularına karşılık eksiktirler, kırılgandırlar,
yaralıdırlar. Öte yandan, her biri sıkı birer ikiyüzlüdür. Modern uygarlığın
kendisi gibi. Göründükleri gibi değildirler. Bu da az evvel sözünü ettiğim
mesele ile çakışan bir duruma işaret eder: Görünen, göründüğü gibi değildir.
Bakılan, görülen şey demek değildir. Bilinen, bilinmeyenin eşdeğeri değildir.
Toplumsal yaşama genel bir gizlenmişlik, bastırılmışlık egemendir. Bu bağlamda
her üç filmin de topluma ve toplumdaki şiddetin doğasına bakışta benzer
motivasyonlardan yola çıktıklarını düşünüyorum. Üç filmi de birarada düşünürken
elbette yazınsal orijine değil, salt filmlerin kendisine bakıyorum. Bu
düzlemde, Metin Kaçan’ın romanı değişik açılımlarla, vurgulamalarla
zenginleştirilmeye müsaittir. O nedenle romandaki ayrıntılara girmeye lüzum
görmüyorum.
Erkekliğin
Keşfi & Trajedi
Toy
ve acemi delikanlı Salih, cinsel keşfinin ardından haşin bir bitirime
dönüşecektir. Erkekliğini kanıtlayan ve üstelik maço bir karakter de edinen
genç adam, ailesinin bağlayıcı ve koruyucu etkisini de reddeder. Kadını Tina’ya
egemenlik kurmak niyetindedir; fakat parasal olarak yine ona mahkûmdur. Salih,
Tina’nın yanında hiçbir zaman tam bir erkek gibi hissedemeyecektir. Ona hiçbir
zaman tam anlamıyla üstünlük kurmayı başaramayacaktır. Erkekliğini cesareti ve
gücü ile kanıtlasa da bireysel ekonomik düzenini özgürleştiremediği için
çıkmaza yuvarlanır. Alkol ve uyuşturucudan örülü yeraltı dünyasında ölüme
sürüklenir. Kolera’dan silmeye çalıştığı rakiplerine dönüşür; tıpkı “uçuruma
bakan ama uçurumun da kendisine aynı biçimde baktığını” (Nietzsche’nin ünlü
sözüne atıf yapıyorum) unutanlar gibi.
İstanbul’un
karanlık ve meşum arka sokaklarının talihsiz bitirimi Salih’in trajik sonunu
polis işkencesinin hızlandırdığını düşünüyorum. Manevra alanlarının kısıtlı
olduğunun farkına varan Salih aklî dengesinin bozulma tehlikesiyle de karşı
karşıya kalacaktır. Blue Velvet’te Jeffrey’nin kötücül olanla yüzleşmesi ve
baba figürü maço ve sadistik Frank’i öldürmesi ona kişiliğini kazandırken,
Salih’in cinselliğini ve erkekliğini keşfi ölümünü hazırlayacaktır. Salih de
Jeffrey gibi babanın gölgesini reddetse bile çok farklı sonuçlara ulaşırlar.
Salih babasının yönlendiriciliğini kabul etmez ama Tina’ya neredeyse saplantı
derecesinde tutulur. Tina ona hem annelik hem de karılık yapar. Bitirim sokak
erkeği babasının korumacılığından ve üstünlük taslamasından kaçabilse de
annesinin anaç gölgesinden kaçamaz. Salih büyü(ye)memiş bir çocuktur. Jeffrey
ise baba figürü Frank’i doğrudan karşısına alır ve onun rakibi olur.
Erkekliğin, erkek olmanın kanıtlanabilmesi için birisinin sahneden çekilmesi
gerekecektir; ölümcül hesaplaşmanın ardından sahneden çekilen ise Frank olur.
Shadow
of a Doubt’da Genç Charlie’nin ölümcül serüveni Blue Velvet’teki gibi pozitif
şokun hazırlayıcısıdır. Şu: Trajedi öznenin önünde yeni yaşam olanakları açar.
Düşüş ya da altüst oluş yeniden uyanışın başlangıcıdır. Örneğin banliyö ferdi
Jeffrey önündeki belirsizliklerle dolu geleceğe artık eskisi gibi
bak(a)mayacaktır. Edindiği deneyim daha çok kendi kişiliğini, erkeksi kimliğini
bulmasıyla ilgili olsa da, öte yandan, gerçeğe, gerçek dünyaya gözlerini
açmasıyla da ilgilidir. Genç Charlie de artık dünyanın umduğu ve zannettiği
gibi kusursuz olmadığını anlayacaktır. Çevresini değerlendirirken olaylara
artık çok başka biçimlerde bakacaktır. Salih ise kirliliği, yozlaşmışlığı,
pisliği ve kanunsuzluğu keşfettikçe çamuru alıp eline yüzüne sürmeye devam eder.
Hiçbir zaman rakibi Reis gibi acımasız ve zalim olmasa da nihayetinde o yolun
yolcusudur.
Son
Söz
Metin
Kaçan’ın argo bir anlatımın egemen olduğu üstkurmaca anlatısı Ağır Roman (ki
senin de fark ettiğin gibi sevgili okuyucu, yazıda ben de birkaç argo sözcük
kullanmaya heveslendim), 1980’lerden başlayarak önce Amerika’da, sonra da
Avrupa roman sanatında moda oluveren oyunsu postmodern yazın mirasının parlak
bir örneği. Mustafa Altıoklar’ın romanın argo dil özelliklerini koruyarak Metin
Kaçan’la birlikte yaptıkları uyarlamanın (ki elbette roman daha da ayrıntılı)
isabetli bir tercih olduğuna inanıyorum. İstanbul sokaklarının sert dokusunu,
puslu havasını yansıtabilmek amacıyla film noir stilini tercih etmesini de…
Hakan
Bilge
Roman
Kahramanları dergisi, Sayı: 17, Ocak–Mart 2014
Cehaletin İktidarı
Birkaç
sene önce “Vasatın İktidarı”
diye bir yazı yazmıştım. Özetle internet nedeniyle sanatta çöküşü, vasat
eserlerin ön plana çıkmasını anlatıyordum. O yazıyı kaybettim. Yeniden yazayım
istiyordum ama baktım ki vasatın iktidarı dönemi de bitmiş, “cehaletin iktidarını”
yazmanın vakti gelmiş. Okuma yazma bilenlerin öldürüleceği günlere “henüz” gelmedik ama
tarihte bu görülmemiş değil. Çok eski değil, 20. yüzyılda Kızıl Kmerler bunu
yapmıştı mesela.
Baskıcı
ve hırsız iktidarlar için cahil kitlelerin faydası saymakla bitmez. Özellikle
cahil, eğitimsiz, zeki olmayan bir diktatör eğitimli, düşünen insanları hem
kıskanır, hem tehdit olarak görür. Tarihsel örneklere geçmeden önce
edebiyattaki örneklerini anlatayım…
Zor Şey
Tanrı Olmak
Rus
bilimkurgu yazarları Arkadi
ve Boris Ştrugatski kardeşler,
özellikle “Piknik na
obichine”(Türkiye’de
“Uzayda Piknik” adıyla yayınlandı. Tarkovsky’nin Stalker filmi bu eserden
uyarlanmıştır) ile
ünlüdürler. “Trudno Byt
Bogom” (Zor Şey Tanrı Olmak) kitaplarında ise aydınların,
yazarların öldürüldüğü bir uygarlık anlatılır. Kitabın kahramanı başka bir
dünyaya gönderilen bir bilim insanıdır. Sadece gözlem yapmalıdır. Ama gözlem
yapmak üzere gönderildiği uygarlık yazarların öldürüldüğü, kitapların
yasaklandığı bir hale gelince zor duruma düşer.
Bindokuzyüzseksendört
George
Orwell’ın 1984 adlı romanı, kahramanın bir deftere yazı yazmasıyla
başlar. Bu ölümcül bir suçtur. Baskıcı iktidarın amaçlarından biri yayınladığı
sözlüklerle “kelimeleri” yok etmektir. Çünkü kelime yok edilirse, onu düşünmek
de mümkün olmayacaktır. Örneğin “özgürlük”…
Fahrenheit
451
Ray
Bradbury’nin bu muhteşem eserinde, itfaiyenin görevi yangın söndürmek
değil, kitap yakmaktır. Kitap okumak, bulundurmak ölümcül bir suçtur.
İnsanların pembe dizi izlemesi teşvik edilir.
Gulag
Takım Adaları
Alexandr
Soljenitsin’in eserinde Stalin döneminde aydınların yaşadıkları anlatılır.
Gülün
Adı
Umberto
Eco’nun Ortaçağ’da geçen kitabında kahramanımız bir manastırda
gerçekleşen ölümleri inceleyen bir papazdır. Ölümlerin nedeni zehirlenmedir.
Katil yasak kitapların sayfasına zehir sürerek, okuyanların ölmesini sağlar.
Bu tür
eserlerin çoğunun bilimkurgu olmasının nedeni iktidar ve dönem eleştirisi
yapmalarıdır. Sovyetler Birliği’nde yazarlar ve kitaplar sıkı denetim ve sansür
altındaydı. Bilimkurgu türünde yazınca sistemi eleştirmek mümkündü. Bu nedenle
Rus bilimkurgusu gelişti. Ray Bradbury ise ABD’de McCharty’nin Cadı Avı
dönemini eleştiriyordu. Komünist olmakla suçlanan senarist, yazar ve
akademisyen yargılanıyor, iş bulamaması sağlanıyordu.
21.
yüzyılda bize garip gelse de tarihte bir iktidar seçeneği olarak, kitleleri
cahil tutma isteği sanıldığından çok görülmüştür. Yazarlar, şairler,
kütüphaneler, kitaplar hep hedef olmuştur. Meşhur İskenderiye Kütüphanesi üç
kez yandı: Sezar’ın Mısır seferinde, Hrıstiyanlar ve Hz. Ömer dönemi Araplar
tarafından. Doğu Roma, İmparator Konstantin döneminde Hrıstiyanlığı seçtikten
sonra kilise giderek güçlendi. Hrıstiyanlar bir yandan kendi aralarında güç
mücadelesi içindeyken, bir yandan da pagan inançlara karşı insafsız bir savaş
sürdürüyorlardı. O dönem Anadolu’da bazı kentler halkıyla birlikte, ya hakim
olan inanca aykırı Hrıstiyan inancı, ya da pagan oldukları nedeniyle yok
edildi. Türklerin Anadolu’ya geldiğinde nüfusun az olmasının sebeplerinden biri
budur.
Ortaçağ
bilgiye, kitaplara sistemli savaş sürdürülen en belirgin dönemdi. Kilisenin
görüşlerine aykırı her kitap ve görüş yok ediliyordu. Umberto Eco’nun “Gülün
Adı” adlı romanında bu dönem anlatılıyor. Eski Yunan medeniyeti düşünürlerinin
kitapları Doğu’da ve Endülüs Emevi devletinde korundu. Yoksa bugün bu kitaplar
olmayacaktı. Gerçi Hz. Muhammed kendisini ve İslam’ı eleştiren birkaç şaire
suikastçı göndermiştir ama İslam’ın kendi Ortaçağ’ı daha sonra, özellikle İmam
Gazali ile başlar. İmam Gazali felsefeye düşmandı, “Matematik şeytan işidir”
gibi meşhur bir sözü var. İmam Gazali’ye göre, “Kimyai Saadet” adlı eserinde
yazdığı gibi “Mutluluğun kaynağı inançtır”. Bilgi, bilim, düşünme, sorgulama
zararlıdır.
Nazi
iktidarı döneminde ise kendi görüşlerine aykırı fikirlere sistematik bir
düşmanlık vardı. Akademisyenler kovulur, yazarlar ve gazeteciler toplama
kamplarına atılır, kitap yakma şenlikleri düzenlenirdi. Kitaplardan oluşan koca
piramitler ateşe verilirdi.
Stalin
Sovyetler’i ondan aşağı değildi. Yazarlar Sibirya ve Gulag Takımadaları’ndaki
kamplara sürülür veya kurşuna dizilirdi. Eserler ve yazarlar partiye,
politikalarına hizmet etmiyorsa yasaklanırdı. Bu da belirsiz bir şeydi: bir
dönem parti politikası olan, bir dönem yasaklanabiliyordu. Örneğin Hitler ile
ittifak yaptığında Hitler’i eleştirenler idam edildi. Stalin iki ay önce
söylediğine tamamen aykırı bir görüşe geçebiliyordu. (Tanıdık geliyor mu?)
Stalin dönemini anlamak için Gulag Takımadaları ve Arthur Koestler’ın “Gün Ortasında
Karanlık” kitabını okuyabilirsiniz.
20.
yüzyılda görülen Kızıl Kmer terör yönetimi ise Kamboçya halkının
dörtte birini katletti. Pol Pot yeni bir başlangıç için eskiye ait her
şeyi yok etmeyi kafaya koymuştu. Şehirlerdeki insanlar, kırsala, ölüm tarlalarına
sürüldü. Okuma yazma bilenler infaz edildi. Gözlük takan insanlar, okuma yazma
bildikleri düşünüldüğü için öldürüldü.
ABD’de ise
senatör Joseph McCarthy komünist ve eşcinsellere karşı cadı
avı başlattı.
Hollywood büyük baskı altına alındı. Senarist ve akademisyenler komünist
oldukları şüphesi olduğunda bile iş bulamıyordu.
Bir
diktatörün en çok korktuğu şey düşünen insanlardır. Etrafını kendisinden daha
vasat, yalaka ve karakter olarak zayıf insanlardan oluşturur ki, iktidarına bir
tehlike ve alternatif oluşmasın. Diktatörler çevrelerinde yolsuzluk yapan,
cinsel sapkınlıkları ve tehlikeli bağımlılıkları olan insanları tutar. Diktatör
bunları bilir ve kendisine tam bağlı olmaları için kullanır. Zeki, karakterli,
dürüst insanlara güvenmez. Bu bir kısır döngüdür, zira çevresine topladığı
yalakalar sadece onun duymak istediklerini söylediği için gerçekle bağı kesilir
ve giderek daha paranoyaklaşır. Buna rağmen tarihteki diktatörlerin çoğu
korktuğu düşünen insanlar veya kitleler tarafından değil, yakınındaki insanlar
tarafından öldürülmüştür.
Diktatöre
yakın olmak insanın kendisini güvence altına almasını sağlamaz: üç ay önce A
dediğine, bir sabah kalktığında B diyebilir. Böyle durumlarda ona tapan
kitlenin bir sürü gibi “A’yı savunurken”, birden hurra “A’ya düşman olup, B’yi
benimsediğini” görürüz.
Bir diktatör mutlak iktidarına tehdit gördüğü her şeyi düşman belirler. İktidar yolundaki müttefik olduklarını tasfiye etmeye başlar. Hitler de iktidara gelirken, eski yol arkadaşlarının bir kısmından kurtulmuştu. (Ernst Röhm ve SA’lar.)
Bir diktatör mutlak iktidarına tehdit gördüğü her şeyi düşman belirler. İktidar yolundaki müttefik olduklarını tasfiye etmeye başlar. Hitler de iktidara gelirken, eski yol arkadaşlarının bir kısmından kurtulmuştu. (Ernst Röhm ve SA’lar.)
“Cehaletin İktidarı”
kendi içinde istikrarlıdır. Cahil tabanı üzerinde mutlak hakimiyet sağlayan
lider kendisini güvende görür ama ya sonuç? Cehalet ve karanlık üzerine inşa
edilen iktidarlar kendi yapılarının doğal sonucu olarak yıkılır. Zira cehaletin
iktidarı hakim olduğu toplum için tarihi dondurur veya karanlık çağa döndürür
ama etrafındaki dünya gelişmeye devam eder. Gelişen ülkelerin veya teknolojinin
onun hedef almasına bile gerek yoktur. Oluşturulan çöplük kendi kendine çürümeye
devam eder veya teslim olur.
Hazırlayan: Orkun
Uçar
"Beat" Aşkı
Jack
Kerouac, “Yolda” romanı ile Beat Kuşağı’nın hayat felsefesini dünyanın pek çok
yerinde bir “kült” haline getirmişti. Hatta “Beat Kuşağı” terimini ilk kez
kullanan da Kerouac’tır. “Beat” sözcüğü meteliksiz, yersiz yurtsuz, başıboş, bitkin, umarsız, uykusuz, uyumayan,
her şeyi derinlemesine algılayan, aşırı duyarlı, kendi başına, dışlanmış gibi
anlamlara gelebiliyor. Ancak Jack Kerouac kelimenin bir başka anlamına daha
dikkat çekmekteydi: “Beatific” yani kutsal veya kutsanmış. Kerouac’ın bu anlama
dikkat çekmekle; ezilenlerin, dışlanmışların gizli kutsallığını vurgulamak
istediği söylenir. Aslında hiç de mistik göndermesi olmayan söz konusu
kutsanmışlık vurgusu Kerouac’ın Türkçeye geçtiğimiz günlerde çevrilen “Yeraltı
Sakinleri”nde de farklı ifadelerle karşımıza çıkıyor;
“Julien
Alexander yeraltında yaşayanların meleği; yer altı sakinleri ise şair dostum
Adam Moorad’ın icat ettiği bir ad. Bir keresinde şöyle demişti Adam: “Janti
değil afililer, klişeye kaçmaksızın kafalı ve zehir gibi entelektüeller; üstelik
Pound hakkında her şeyi biliyor ama ne özentiye kaçıyor ne de bu konuda kafa
ütülüyorlar; çok sessizler, İsavariler.”
“Yeraltı
Sakinleri”, Beatlere, bu afilli İsavarilere dair bir roman. Kimler yok ki
aralarında: Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Gary Snyder, William S. Burroughs,
Neal Cassady, Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso, Philip Whalen, Lew Welch,
Diane Di Prima... Kısacası 1940’lı, 50’li yılların önemli yazar ve sanatçıları.
Jack Kerouac’ın romanında bu topluluktan pek çok kişi -elbette farklı
kimliklere- zaman zaman sahne alıyorlar. Ama oyunun kahramanı Jack Kerouac’ın
kendisi. 1953 yılının sonbaharında üç günde yazdığı “Yeraltı Sakinleri”
romanında yaşadığı gerçek bir aşkı anlatmış.
Kerouac’ı
Leo Percepied, sevgilisi Alene Lee’yi Mardou Fox adı altında izleyeceğiniz bu
hüzünlü aşk hikayesini, terk edildikten sonra üç günde yazdığı söylenir. Ama
hem Kerouac ve romanları hakkında rivayet bolluğu olduğunu bildiğimiz hem de
yazım süresini bir edebi kriter olarak görmediğimiz için üzerinde durmak
gereksiz. Sadece şunu söylemek gerekir, “Yeraltı Sakinleri” Kerouac’ın bir
solukta yazılmış duygusu veren spontan yazı tekniğini çok iyi yansıtıyor.
Daralan
Ruhlar
Kendisini
özgüvensiz, patavatsız bir egomanyak olarak tanımladığı bir dönemde, uyuşturucu
ve alkolden dibe vurmuş bir haldedir Leo Percepied. Ansızın karşısına çıkan
Mardou adında siyahi bir kadına tutuluverir. Aslında kadının üzüm karası
küçücük bedeninden yayılan şehvettir Leo’yu tutuşturan;
“Böylece
ben de eve gittim ve birkaç gün boyunca cinsel fantezilerimde o vardı; onun
koyu renkli ayakları, tokyoları, koyu renk gözleri, küçük yumuşak kahverengi
yüzü, Rita Savagevari yanaklarıyla dudakları, gizemli az buçuk yakınlığı ve her
nasılsa şimdi o yumuşacık yılanımsı çekiciliği... Hepsi de ne kadar yakışıyor
koyu renk giysiler giyen küçük, kahverengi bir kadına... yoksul beat yeraltı
sakini giysileri giyen kadına...”
Ve
aşk başlar, tam da beatlere özgü bir aşk. İkisi de çok hızlı ve coşkuludur.
Sanki ellerinden kaçıp gidecekmiş gibi yaşam, her anı ayrı bir hazla doldurmak
isterler. Hele kırılgan ve travmaların bıraktığı ruhsal yaralarla dolu hiçbir
inancı kalmamış Mardou, Leo’nun aşkına bırakıvermiştir kendisini. San Fransico
gecelerinde, caz ritmlerinde, yollarda, yolculuklarda derinleşen bir aşk...
“Güneşi,
gemileri görebiliyorduk, dışarıda aylak aylak dolanmakta olan ÖZGÜR
insanoğlunu, bunun cidden ne muhteşem bir şey olduğunu ve nasıl olup da asla
değerini bilmediğimizi, kaygılarımızın ve derilerimizin içinde kasvetten başka
bir şeyin olmadığını, gerçekten tıpkı ahmaklar gibi olduğumuzu ya da körleşmiş
şımarık tiksindirici veletler gibi, hani surat asarlar ya; çünkü...
istedikleri... bütün... şekerleri... alamamışlardır.”
Ancak
içindeki yazarlık ruhunu da yeni yeni keşfetmeye başlayan Leo, kısa zamanda
eski alışkanlıklarına -partilere, alkole, uyuşturucuya, farklı bedenlere- geri
dönecek ve Mardou’yu tamiri mümkünsüz biçimde kıracaktır...
Tutkunun,
cinseliğin, tensel hazların, kıskançlıkların ve aşkın bir daha geri gelmemek
üzere elden kaçırılışının, 1950’lerden kalma bu aşk hikâyesinin belki de tek
sıradışı yanı kadın ve erkek arasındaki ırksal farklılık. Ama Kerouac, bu aşkı,
aşkı yaşarken düşündüğü ve hissettiklerini öylesine didikliyor ve öylesine
aktarıyor ki, ortaya hem bir kuşağın hem de erkek zihniyetinin
karakteristiğini, özel hayat sınırlarına sıkıştırılmış pek çok şeyi olanca
çıplaklığıyla sergiliyor.
Tam
bu noktada, Kerouac’ın “spontan düzyazı” tekniğine yeniden döneceğiz. Bu
tekniği ilk kez “Yeraltı Sakinleri”nde kullanmış, “Yolda”nın -özellikle çok
sonra yayımlanacak kesintisiz versiyonunda- mükemmelleştirmişti. “Bellekten,
bilgelikten, düş gücünden, zihinden, felsefeden değil, yaşamın içinden doğan”
spontan düzyazı tekniğiyle Kerouac, karakterlerin düşüncelerini, heyecanlarını,
kafa karışıklıklarını, bitkinliklerini, umutlarını ve umutsuzluklarını olduğu
gibi yansıtmak istiyordu. Bu arayışın usluptaki karşılığı; metnin
kesintisizliği, noktalama işaretlerinin tercihli biçimde ihmali, çağrışımlara
dayalı zamansal sıçramalar, iç monologlar; kısacası dilin düşünceyi dolaysızca
yansıtabilmesi için dilbilgisi kurallarının ihlali olacaktı.
Kuşağın
önde gelen isimlerinden Allen Ginsberg’e göre; "Kerouac'ın ve Beat
Kuşağı'nın yapıtları ABD’de sansürün belini kıran bir edebi hareketin en ön
saflarında yer alır. Bu edebi özgürleşme eşcinsellerin, siyahların, kadınların
özgürleşmesinde katalizör vazifesi görmüştür ve bugün, umarım, nükleer yıkım
tehdidi karşısında özgürleşme için de aynısını yapabilir." Gerçekten de
düş kırıklığına uğramış bir kuşak olarak doğan Beatler; savaş tehdidine,
siyasetin çoraklığına ve toplumun geri kalanının düşmanca tavrına tepki gösterdiler.
Maddi değerlerin dışında kalmaya çalıştılar. “Amerikan Rüyası”nın kendileri
için de gerçekleşmesi, vaat edilmiş özgürlüklerin sunulmasını beklemek yerine
bu kuru, sıkıcı, düşsellikten uzak yaşama tavır alan, eyleme geçen ve cenneti
arayan genç insanlardı onlar.
Kerouac’ın
yapıtları işte bu insanların, artık çok gerilerde kalmış ama bugün daha güzel
bir dünya için hala bir umudu barındıran hayatlarının -altını çizerek
söylüyorum- edebi manifestosudur.
A. Ömer Türkeş
Thursday 10 December 2015
Camille’siz bir Rodin Mümkün Mü?
Camille Claudel’in
son derece dokunaklı yaşam hikayesini bir çoğunuz bölük pörçük de olsa
duymuşsunuzdur. Çoğunlukla büyük sanatçı Rodin’in metresi, Rodin’in fikirlerini
çaldığı kadın, çok acılar çekmiş biri, çok yetenekli bir heykeltraş ya da
hayatının neredeyse yarısını akıl hastanesinde geçirmiş bir deli olarak. Bu
saydıklarımı aslında tek bir cümlede şöyle de ifade edebiliriz: Çok yetenekli
bir heykeltraş olan Camille Claudel, henüz çok genç bir kadınken tanıştığı
hocası Rodin’le evlilik dışı bir aşk yaşayarak çok acılar çeker, delirir ve akıl
hastanesine kapatılır. Peki mesele sadece Rodin’in aşktan delirttiği bir kadın
olması mıdır? Pek tabiidir ki bu hayatı tek bir cümlede özetlemek her denemede
biraz daha az ya da fazla eksik olabilir.
Camille Claudel
dönemin Fransa’sında, sanatçı bir kadın olmanın neredeyse yasak olduğu bir
ortamda tüm baskılara rağmen arzularının peşinden gitmiş ve rüştünü ispat etmiş
biri. Sanatındaki dehası açıkça kendi sonunu hazırlamış olsa da bu böyle.
Rodin’e olan tutkusu berikine ilham, güven, şöhret katarken Camille’e yıkım,
çile ve tecrit getirmiş. En nihayetinde ise ailesi ve Rodin’in rıza ve
isteğiyle 1913 senesinden ölene dek akıl hastanesine tıkılmış. Çok değil bir
100 sene öncesinden bahsediyorum. Üstelik bunca yıl içerde tutulmasına kimse
ses etmemiş, ciddi bir rahatsızlığı olup olmadığı ise halen tartışılıyor.
Doktorlarının ailesine yazdığı mektuplarda eve dönüp heykele devam ederse bunun
kendisine daha iyi geleceğini önerdikleri söylenir. Fakat bu asla gerçekleşmez.
Claudel açıkça görmezden gelinip 30 sene bir tımarhaneye mahkum edilmiştir.
Rodin ve
Claudel’in 1882 yılında başlayan birliktelikleri kuşkusuz ikisinin hayatlarında
da yepyeni bir dönemin başlangıcı olur. Camille Claudel Rodin’in sanat
hayatında ciddi bir kırılmaya sebep olacaktır. Pek çok sanat
eleştirmeni heykeltraşın çalışmalarını Camille öncesi ve sonrası olarak ayırır.
Camille Claudel
atölyede çalışırken 1887
Rodin Meudon’daki villasının bahçesinde. Arkasında ‘Yaradılış’ (Fotoğraf: Edward Gooch/Edward Gooch/Getty Images)
Camille ise akla
ziyan yeteneğine karşılık önce sevgilisi, sonra ailesi ve en sonunda da tüm
dünya tarafından terk edilir. Evlenmeden ve üstelik başka bir kadına rağmen
Rodin ile beraber olmayı sürdürmesi, genel ahlak’a uymayan her kadın gibi
Camille’i de hafif kadın olarak damgalar. Ona ancak Rodin’in kanatları
altındayken çalışma fırsatı veren egemen sanat çevreleri, yalnız ve
bağımsız bir sanatçı olarak ürettiği eserleri duygusal olarak derinlikli ve
etkileyici bulsa da bazı işlerini içerdiği “cinsellik” yüzünden “aşırı” bulur
ve hatta bazen sansürler. Dehası ise kendisine değil bir zamanlar öğrencisi
olduğu Rodin’e bahşedilir.
Kuşkusuz güzel ve
çirkin pek çok şeyi beraberinde getiren bu lanetli beraberlik Claudel için çok
fazla haksızlığa, ayrımcılığa ve özellikle ciddi bir sömürüye sebep olmuş.
Lakin Rodin ile olduğu yıllar boyunca birlikte çalıştıkları pek çok heykelin figürlerini
yontan kişinin Camille Claudel olduğu söylenir. Rodin’in imzasını taşıyan ünlü
Cehennem Kapıları ya da Calais Burjuvaları isimli eserlerin büyük bölümünü
Camille’in yaptığı… Bizzati Claudel hastaneye kapatılmadan önceki son
zamanlarında Rodin’in kendisine ait heykelleri çalıp üzerine imzasını attığını
söyler. Bir rivayete göre ise Rodin, Balzac heykelindeki fikri Camille’den
çalmıştır. Söylenenler söylentinin ya da deli bir kadının sayıklamalarının
ötesine ne yazık ki gitmez.
Rodin,
Düşünce-Camille Claudel’in bitmemiş portresi
Camille Claudel
kariyerinin son yıllarında eserlerini finanse edemez hale geldikçe sanat
çevreleri için “görünmez kadın”a dönüşür. Bana sorarsanız kendini görünür
kılamıyor olmasında herkesin biraz payı var. Aynı kişi, bir zamanlar sevdiği
adamın hayatında hep bir “öteki kadın”, ailesi tarafından yakışıksız
onlarca davranışın sonunda “istenmeyen kadın” ve yapayalnız kaldıkça daha da
yaftalandığı “deli kadın” kimlikleri ile sistematik olarak inkar
ediliyor, yok sayılıyor.
Yani aslında
Camille Claudel’in hikayesi unutulmaz bir aşk hikayesinin kahramanı olmaktan
öte çağının fersah fersah ilerisinde bir vizyona sahip sanatçının bir varolma
mücadelesi, bir direniş. Aynı zamanda da ezber bozan bir kadının düzen
tarafından nasıl öğütülüp düşkünleştirildiğinin sağlaması. Emeği, ümüğü
sıkılana, aklını oynatana dek sömürülen milyarlarca kadından biri Claudel.
Cinsiyete dayalı bir hiyerarşinin var olduğu, erkeğin egemen olduğu bu düzende
örneklerine sıklıkla rastladığımız bir figür. Ve tarih Rodin’i sanatıyla,
yapıtlarıyla hatırlarken Claudel’i Rodin’siz hatırlamıyor.
Son olarak esir
edildiği akıl hastanesinden kardeşi Paul Claudel’e yazdığı mektuplardan
birinden, kendi sözleriyle: “Akıl hastanesi! Evim diyebileceğim bir yere sahip
olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi,
sanatçının ölesiye ezilmesi… Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde
fikir vereyim diye, yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar
çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her
yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar…”
Subscribe to:
Posts (Atom)