Sunday, 17 January 2016

Persona//Antonin Kratochvil



























Beirut, Early 90's//Antonin Kratochvil





Kolera Sokağı’ndan David Lynch’e: Ağır Roman’ı Okumak



1970’ler: Politik Çalkantıların Yılları

1971 yılı öykünün geçtiği yıl olarak önemli bir politik başlangıcı ve artarak devam eden bir sosyal çalkantılar dağdağasını işaret eder. 1971 yılı her şeyden evvel 12 Mart Muhtırası’nın kanlı yılıdır ve tutuklamaların, politik baskıların, işkencenin, sansürün, yasaklamaların, kamplaşma ve yıldırmaların merkez noktasını oluşturur. Darbe iktidarını izleyen dönemde hükümet bunalımları ve sancılı koalisyon yönetimleri, artık neredeyse bir katliama dönüşen sağ–sol çatışmaları, ekonomik açmazlar bir başka darbeye, 12 Eylül askerî darbesine değin devam edecektir. Söz konusu sosyo–ekonomik bunalım yılları Ağır Roman’ın doğrudan ilgilendiği ve tematiğinin başat unsuru yaptığı meseleler değilse bile, politik baskı ve yıldırma süreçleri, Ağr Roman’ın renkli Kolera sakinlerinin kaotik evrenine ayna tutar.

Sokak aralarında iktidarı temsil eden işkenceci polisler, politik arenanın baskıcı figürlerinin karanlık uzantılarıdır. İktidar düşünce özgürlüğünü yok sayıp karanlık uzantılarını kullanarak farklı renkleri ve düşünsel katmaları dıştalarken Kolera’nın şüpheli dar sokaklarına teğet geçmeyecektir. Yeniyetme bitirim Gıli Gıli Salih (toy bir Okan Bayülgen) o kurbanlardan sadece biridir.

Hitchcockyen Atmosfer & Capracorn Kasaba

Ağır Roman’daki karnavalesk hava göründüğü denli renkli ve cümbüş içre değildir. Gıli Gıli Salih, Arap Sado, Mahallenin Şoparı, Poğaçacı Piyale, Fil Hamit, Tibi, Reco, Reis, Puma Zehra, Gaftici Fethi gibi lakap ve yakıştırmalar Kolera’nın farklı ve ilginç tiplemelerinin çeşitliliğinin göstergesidir. Kolera aynı tip insanların karakteristik olarak benzer motivasyonlar sergiledikleri Capracorn (Hollywood’un altın çağının stüdyo yönetmenlerinden Frank Capra’nın masalsı anlatısı It’s a Wonderful Life anımsanabilir) bir insanlar topluluğu değildir. Erkekler arasında ölümüne sert bir rekabet havası egemendir. Öte yandan, girişte de belirttiğim gibi, Yeşilçam’a özgü masalsı bir hava da yoktur ve iyi ile kötü kesin ve de derin çizgilerle birbirinden ayrılmamıştır. Karanlıkta kalan, gri, flu ve ahlaksal olarak net olmayan tiplemeler (anti–hero’lar ve anti–heroin’ler) mevcuttur. Ağır Roman’ın geleneksel olarak çizgisini takip ettiği sinemasal tarz Capracorn’dan ziyade Hitchcockyen’dir.


Hitchcockyen gerilim ve çelişkiler yumağı ahlaksal belirsizlikleri, ikili ruh durumlarını, kararsızlıkları, ruhsal gitgelleri ve erotik–cinsel ikilemleri işaretler. Bununla birlikte Alfred Hitchcock sineması, görünenin ardındaki görünmeyeni, belirsizlikleri, gölgede kalanları, esrarlı arkaplanı çözümleme derdinde/uğraşındadır. Mevcut düzlem için anahtar anlatı olarak onun Shadow of a Doubt (1943, Şüphenin Gölgesi) isimli kara kurmacasını referans gösteriyorum. Kasaba halkının bozulmamışlığını ve saflığını sembolize eden Genç Charlie (masumun sureti Teresa Wright) ile karanlık amcası Charlie (gizlenmiş bir Joseph Cotten) arasındaki esrarengiz ama yıkılmaya elverişli travmatik ilişki, iyi ile kötünün ayırdedilemezliğini, görünenin ardındaki görünmeyeni, belirsiz insan doğasının arkaplanını netleştirir. Genç Charlie çok sevdiği ve örnek aldığı amcasının acımasız bir seri katil ve soğukkanlı bir hırsız olduğunu yavaş yavaş keşfeder. Ağır Roman’da Salih toy bir delikanlı olarak çevresindeki karanlık ilişkileri, meşum insan ilişkilerini keşfe çıkar ve karşılaştığı manzara ürkünçlüğüyle, irrite edici göstergeleriyle korkutucu bir yeraltı dünyasıdır. Karanlık yeraltı dünyası yukarıda bahsettiğim politik mengenesinde küçük insanı ezip geçen politik kıskacın bir başka yüzünü oluşturur. Genç Charlie amcasının persona’sını indirerek gerçeği keşfeder. Salih acemi bir genç adamken sokağın sahnesine çıkar, İstanbul’un korkunç yüzünü keşfeder. Her iki karakter de (kabul edelim ki, Salih bir anti–kahramandır, Genç Charlie ise ‘filmsel anlamda’ bir kahramandır) yaşadıkları coğrafyanın rengini ve dokusunu anlamaya çalışırlarken farklı gerçeklerle yüzleşip farklı sonuçlarla karşılaşırlar. Aşağıda bu meseleye yeniden döneceğim.

Kolera, Lynchville & Ataerkilliğin İpuçları

David Lynch’in 1980’li yıllarda ve sonrasında çok tartışılan postmodern anlatısı Blue Velvet (1986, Mavi Kadife) tıpkı mainstream önceli Shadow of a Doubt gibi Capracorn karşıtı, uzlaşmaz, iyi ve kötünün yan yana, iç içe yer aldığı tekinsiz bir evren inşa eder. Amatör dedektif Jeffrey Beaumont (Lynch’in önemli birkaç filminde de oynayan Kyle MacLachlan) ile trajik şarkıcı Dorothy Vallens (yönetmenin o zamanlarki eşi Isabella Rossellini) arasındaki kırılgan ve neo–romantik ilişki (Freudyen “ilk gece” şemasına uyan bir ilişkidir) cinselliğin, erkek olmanın keşfi olduğu kadar özelde genç bir insanın kendi benliğini ve çevresinin, genelde ise belirsiz ve incinebilir insan ilişkilerinin, mafyatik ilişkilerin vd. keşfini de anlatır. Mafioso Frank Booth (arızalı bir Dennis Hopper), baby face Jeffrey’nin yaşam olanaklarını tehdit eden sadistik baba figürüdür. Kurban edilen femme fatale arketipi Dorothy’nin asıl sahibi de odur. Salih’in sokakların ünlü fahişesi Tina (rahat bir oyun sergileyen Müjde Ar) ile yaralı ilişkisinin arasına sızan küçük gangster Reis (sadistik bir Mustafa Uğurlu) ile ölümüne mücadelesi Jeffrey Beaumont–Frank Booth mücadelesini (psikanalizmde çocuğun annesine rağmen babasına karşı mücadelesi; diğer bir deyişle, baba ile anne için rekabeti) büyük ölçüde çağrıştırır.


David Lynch’in masalsı ve yapaylığıyla ekrandan taşan kasabaları, Lynchville, bir–örnek ve şirin banliyö evleri sunarken görünenin ardındaki görünmeyen meşum ilişkileri de tasvir eder. Ağır Roman’da birbirlerini kollayan ve gözeten kalabalık, sıradan bir poğaça satıcısının (Kolera Canavarı) sözüm ona bir seri katil olduğu gerçeğiyle yüzleşir. Blue Velvet’te mafyatiklerin içinde yozlaşmış bir polis memuru yer alır. Shadow of a Doubt’da örnek alınan sempatik amca figürü de gizlenmiş ve maskeli bir seri katildir.

Günlük yaşam pratikleri sıradan ve alışılageldik olanı, yerleşik insan özelliklerini tanımlarken yanılsamalı ve yanıltıcı bir manzara sunabilir. Salih’in kankardeşi Orhan’ın (şair Küçük İskender) gay olduğunu öğrenmesi ve yaşadığı kısa süreli şaşkınlık toplumsal bir gizlenmişliği, baskılanmışlığı kateder. Erkeksi Salih, “İnsanın kankardeşi tekerlek mi olur ulan!” diye posta koyar. Kallavi bir erkeksiliktir onunki. Erkekliğin, erkek olmanın, erkeksi kuralların egemenliği Ağır Roman’da anti–kahramanların davranışlarına olduğu kadar iğneli dillerine de sızmış durumdadır. Kolera Canavarı olduğu anlaşılan seri katil Poğaçacı Piyale kurbanlarının vajinalarını kesmektedir. Ataerkil düzenin devamlılığı Salih’in Tina’ya, Salih’in babası Berber Ali’nin (saldırgan bir Savaş Dinçel) karısı Emine’ye (sindirilmiş bir Sevda Ferdağ) karşı emrivaki ve buyurgan tavırlarından ve Gaftici Fethi’nin (uçuk bir Zafer Algöz) kofik borazanlığından da anlaşılabilir. Salih fahişeliği önleyemeyen, dahası öyle bir derdi de bulunmayan, aksine sömüren ataerkil familyaya aittir. Babasının oğludur. Babası da karısına karşı buyurgandır. Gaftici Fethi (bir kadın avcısı olduğunu duyurur ama gay’lerle cinsel ilişkiye girer) nasıl iyi kadın tavlanır’ın ritüellerini Koleralılara ifşa etse de Kolera’nın erkekleri bütün maço karakterlerine, sert doğalarına ve erkeksi vurgularına karşılık eksiktirler, kırılgandırlar, yaralıdırlar. Öte yandan, her biri sıkı birer ikiyüzlüdür. Modern uygarlığın kendisi gibi. Göründükleri gibi değildirler. Bu da az evvel sözünü ettiğim mesele ile çakışan bir duruma işaret eder: Görünen, göründüğü gibi değildir. Bakılan, görülen şey demek değildir. Bilinen, bilinmeyenin eşdeğeri değildir. Toplumsal yaşama genel bir gizlenmişlik, bastırılmışlık egemendir. Bu bağlamda her üç filmin de topluma ve toplumdaki şiddetin doğasına bakışta benzer motivasyonlardan yola çıktıklarını düşünüyorum. Üç filmi de birarada düşünürken elbette yazınsal orijine değil, salt filmlerin kendisine bakıyorum. Bu düzlemde, Metin Kaçan’ın romanı değişik açılımlarla, vurgulamalarla zenginleştirilmeye müsaittir. O nedenle romandaki ayrıntılara girmeye lüzum görmüyorum.

Erkekliğin Keşfi & Trajedi

Toy ve acemi delikanlı Salih, cinsel keşfinin ardından haşin bir bitirime dönüşecektir. Erkekliğini kanıtlayan ve üstelik maço bir karakter de edinen genç adam, ailesinin bağlayıcı ve koruyucu etkisini de reddeder. Kadını Tina’ya egemenlik kurmak niyetindedir; fakat parasal olarak yine ona mahkûmdur. Salih, Tina’nın yanında hiçbir zaman tam bir erkek gibi hissedemeyecektir. Ona hiçbir zaman tam anlamıyla üstünlük kurmayı başaramayacaktır. Erkekliğini cesareti ve gücü ile kanıtlasa da bireysel ekonomik düzenini özgürleştiremediği için çıkmaza yuvarlanır. Alkol ve uyuşturucudan örülü yeraltı dünyasında ölüme sürüklenir. Kolera’dan silmeye çalıştığı rakiplerine dönüşür; tıpkı “uçuruma bakan ama uçurumun da kendisine aynı biçimde baktığını” (Nietzsche’nin ünlü sözüne atıf yapıyorum) unutanlar gibi.



İstanbul’un karanlık ve meşum arka sokaklarının talihsiz bitirimi Salih’in trajik sonunu polis işkencesinin hızlandırdığını düşünüyorum. Manevra alanlarının kısıtlı olduğunun farkına varan Salih aklî dengesinin bozulma tehlikesiyle de karşı karşıya kalacaktır. Blue Velvet’te Jeffrey’nin kötücül olanla yüzleşmesi ve baba figürü maço ve sadistik Frank’i öldürmesi ona kişiliğini kazandırken, Salih’in cinselliğini ve erkekliğini keşfi ölümünü hazırlayacaktır. Salih de Jeffrey gibi babanın gölgesini reddetse bile çok farklı sonuçlara ulaşırlar. Salih babasının yönlendiriciliğini kabul etmez ama Tina’ya neredeyse saplantı derecesinde tutulur. Tina ona hem annelik hem de karılık yapar. Bitirim sokak erkeği babasının korumacılığından ve üstünlük taslamasından kaçabilse de annesinin anaç gölgesinden kaçamaz. Salih büyü(ye)memiş bir çocuktur. Jeffrey ise baba figürü Frank’i doğrudan karşısına alır ve onun rakibi olur. Erkekliğin, erkek olmanın kanıtlanabilmesi için birisinin sahneden çekilmesi gerekecektir; ölümcül hesaplaşmanın ardından sahneden çekilen ise Frank olur.

Shadow of a Doubt’da Genç Charlie’nin ölümcül serüveni Blue Velvet’teki gibi pozitif şokun hazırlayıcısıdır. Şu: Trajedi öznenin önünde yeni yaşam olanakları açar. Düşüş ya da altüst oluş yeniden uyanışın başlangıcıdır. Örneğin banliyö ferdi Jeffrey önündeki belirsizliklerle dolu geleceğe artık eskisi gibi bak(a)mayacaktır. Edindiği deneyim daha çok kendi kişiliğini, erkeksi kimliğini bulmasıyla ilgili olsa da, öte yandan, gerçeğe, gerçek dünyaya gözlerini açmasıyla da ilgilidir. Genç Charlie de artık dünyanın umduğu ve zannettiği gibi kusursuz olmadığını anlayacaktır. Çevresini değerlendirirken olaylara artık çok başka biçimlerde bakacaktır. Salih ise kirliliği, yozlaşmışlığı, pisliği ve kanunsuzluğu keşfettikçe çamuru alıp eline yüzüne sürmeye devam eder. Hiçbir zaman rakibi Reis gibi acımasız ve zalim olmasa da nihayetinde o yolun yolcusudur.

Son Söz

Metin Kaçan’ın argo bir anlatımın egemen olduğu üstkurmaca anlatısı Ağır Roman (ki senin de fark ettiğin gibi sevgili okuyucu, yazıda ben de birkaç argo sözcük kullanmaya heveslendim), 1980’lerden başlayarak önce Amerika’da, sonra da Avrupa roman sanatında moda oluveren oyunsu postmodern yazın mirasının parlak bir örneği. Mustafa Altıoklar’ın romanın argo dil özelliklerini koruyarak Metin Kaçan’la birlikte yaptıkları uyarlamanın (ki elbette roman daha da ayrıntılı) isabetli bir tercih olduğuna inanıyorum. İstanbul sokaklarının sert dokusunu, puslu havasını yansıtabilmek amacıyla film noir stilini tercih etmesini de…

Hakan Bilge

Roman Kahramanları dergisi, Sayı: 17, Ocak–Mart 2014

Cehaletin İktidarı


Birkaç sene önce “Vasatın İktidarı” diye bir yazı yazmıştım. Özetle internet nedeniyle sanatta çöküşü, vasat eserlerin ön plana çıkmasını anlatıyordum. O yazıyı kaybettim. Yeniden yazayım istiyordum ama baktım ki vasatın iktidarı dönemi de bitmiş, “cehaletin iktidarını” yazmanın vakti gelmiş. Okuma yazma bilenlerin öldürüleceği günlere “henüz” gelmedik ama tarihte bu görülmemiş değil. Çok eski değil, 20. yüzyılda Kızıl Kmerler bunu yapmıştı mesela.

Baskıcı ve hırsız iktidarlar için cahil kitlelerin faydası saymakla bitmez. Özellikle cahil, eğitimsiz, zeki olmayan bir diktatör eğitimli, düşünen insanları hem kıskanır, hem tehdit olarak görür. Tarihsel örneklere geçmeden önce edebiyattaki örneklerini anlatayım…

Zor Şey Tanrı Olmak
Rus bilimkurgu yazarları Arkadi ve Boris Ştrugatski kardeşler, özellikle “Piknik na obichine(Türkiye’de “Uzayda Piknik” adıyla yayınlandı. Tarkovsky’nin Stalker filmi bu eserden uyarlanmıştır) ile ünlüdürler. “Trudno Byt Bogom (Zor Şey Tanrı Olmak) kitaplarında ise aydınların, yazarların öldürüldüğü bir uygarlık anlatılır. Kitabın kahramanı başka bir dünyaya gönderilen bir bilim insanıdır. Sadece gözlem yapmalıdır. Ama gözlem yapmak üzere gönderildiği uygarlık yazarların öldürüldüğü, kitapların yasaklandığı bir hale gelince zor duruma düşer.
Bindokuzyüzseksendört
George Orwell’ın 1984 adlı romanı, kahramanın bir deftere yazı yazmasıyla başlar. Bu ölümcül bir suçtur. Baskıcı iktidarın amaçlarından biri yayınladığı sözlüklerle “kelimeleri” yok etmektir. Çünkü kelime yok edilirse, onu düşünmek de mümkün olmayacaktır. Örneğin “özgürlük”…
Fahrenheit 451
Ray Bradbury’nin bu muhteşem eserinde, itfaiyenin görevi yangın söndürmek değil, kitap yakmaktır. Kitap okumak, bulundurmak ölümcül bir suçtur. İnsanların pembe dizi izlemesi teşvik edilir.
Gulag Takım Adaları
Alexandr Soljenitsin’in eserinde Stalin döneminde aydınların yaşadıkları anlatılır.
Gülün Adı
Umberto Eco’nun Ortaçağ’da geçen kitabında kahramanımız bir manastırda gerçekleşen ölümleri inceleyen bir papazdır. Ölümlerin nedeni zehirlenmedir. Katil yasak kitapların sayfasına zehir sürerek, okuyanların ölmesini sağlar.

Bu tür eserlerin çoğunun bilimkurgu olmasının nedeni iktidar ve dönem eleştirisi yapmalarıdır. Sovyetler Birliği’nde yazarlar ve kitaplar sıkı denetim ve sansür altındaydı. Bilimkurgu türünde yazınca sistemi eleştirmek mümkündü. Bu nedenle Rus bilimkurgusu gelişti. Ray Bradbury ise ABD’de McCharty’nin Cadı Avı dönemini eleştiriyordu. Komünist olmakla suçlanan senarist, yazar ve akademisyen yargılanıyor, iş bulamaması sağlanıyordu.

21. yüzyılda bize garip gelse de tarihte bir iktidar seçeneği olarak, kitleleri cahil tutma isteği sanıldığından çok görülmüştür. Yazarlar, şairler, kütüphaneler, kitaplar hep hedef olmuştur. Meşhur İskenderiye Kütüphanesi üç kez yandı: Sezar’ın Mısır seferinde, Hrıstiyanlar ve Hz. Ömer dönemi Araplar tarafından. Doğu Roma, İmparator Konstantin döneminde Hrıstiyanlığı seçtikten sonra kilise giderek güçlendi. Hrıstiyanlar bir yandan kendi aralarında güç mücadelesi içindeyken, bir yandan da pagan inançlara karşı insafsız bir savaş sürdürüyorlardı. O dönem Anadolu’da bazı kentler halkıyla birlikte, ya hakim olan inanca aykırı Hrıstiyan inancı, ya da pagan oldukları nedeniyle yok edildi. Türklerin Anadolu’ya geldiğinde nüfusun az olmasının sebeplerinden biri budur.

Ortaçağ bilgiye, kitaplara sistemli savaş sürdürülen en belirgin dönemdi. Kilisenin görüşlerine aykırı her kitap ve görüş yok ediliyordu. Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı romanında bu dönem anlatılıyor. Eski Yunan medeniyeti düşünürlerinin kitapları Doğu’da ve Endülüs Emevi devletinde korundu. Yoksa bugün bu kitaplar olmayacaktı. Gerçi Hz. Muhammed kendisini ve İslam’ı eleştiren birkaç şaire suikastçı göndermiştir ama İslam’ın kendi Ortaçağ’ı daha sonra, özellikle İmam Gazali ile başlar. İmam Gazali felsefeye düşmandı, “Matematik şeytan işidir” gibi meşhur bir sözü var. İmam Gazali’ye göre, “Kimyai Saadet” adlı eserinde yazdığı gibi “Mutluluğun kaynağı inançtır”. Bilgi, bilim, düşünme, sorgulama zararlıdır.

Nazi iktidarı döneminde ise kendi görüşlerine aykırı fikirlere sistematik bir düşmanlık vardı. Akademisyenler kovulur, yazarlar ve gazeteciler toplama kamplarına atılır, kitap yakma şenlikleri düzenlenirdi. Kitaplardan oluşan koca piramitler ateşe verilirdi.

Stalin Sovyetler’i ondan aşağı değildi. Yazarlar Sibirya ve Gulag Takımadaları’ndaki kamplara sürülür veya kurşuna dizilirdi. Eserler ve yazarlar partiye, politikalarına hizmet etmiyorsa yasaklanırdı. Bu da belirsiz bir şeydi: bir dönem parti politikası olan, bir dönem yasaklanabiliyordu. Örneğin Hitler ile ittifak yaptığında Hitler’i eleştirenler idam edildi. Stalin iki ay önce söylediğine tamamen aykırı bir görüşe geçebiliyordu. (Tanıdık geliyor mu?) Stalin dönemini anlamak için Gulag Takımadaları ve Arthur Koestler’ın “Gün Ortasında Karanlık” kitabını okuyabilirsiniz.



20. yüzyılda görülen Kızıl Kmer terör yönetimi ise Kamboçya halkının dörtte birini katletti. Pol Pot yeni bir başlangıç için eskiye ait her şeyi yok etmeyi kafaya koymuştu. Şehirlerdeki insanlar, kırsala, ölüm tarlalarına sürüldü. Okuma yazma bilenler infaz edildi. Gözlük takan insanlar, okuma yazma bildikleri düşünüldüğü için öldürüldü.
ABD’de ise senatör Joseph McCarthy komünist ve eşcinsellere karşı cadı avı başlattı. Hollywood büyük baskı altına alındı. Senarist ve akademisyenler komünist oldukları şüphesi olduğunda bile iş bulamıyordu.
Bir diktatörün en çok korktuğu şey düşünen insanlardır. Etrafını kendisinden daha vasat, yalaka ve karakter olarak zayıf insanlardan oluşturur ki, iktidarına bir tehlike ve alternatif oluşmasın. Diktatörler çevrelerinde yolsuzluk yapan, cinsel sapkınlıkları ve tehlikeli bağımlılıkları olan insanları tutar. Diktatör bunları bilir ve kendisine tam bağlı olmaları için kullanır. Zeki, karakterli, dürüst insanlara güvenmez. Bu bir kısır döngüdür, zira çevresine topladığı yalakalar sadece onun duymak istediklerini söylediği için gerçekle bağı kesilir ve giderek daha paranoyaklaşır. Buna rağmen tarihteki diktatörlerin çoğu korktuğu düşünen insanlar veya kitleler tarafından değil, yakınındaki insanlar tarafından öldürülmüştür.

Diktatöre yakın olmak insanın kendisini güvence altına almasını sağlamaz: üç ay önce A dediğine, bir sabah kalktığında B diyebilir. Böyle durumlarda ona tapan kitlenin bir sürü gibi “A’yı savunurken”, birden hurra “A’ya düşman olup, B’yi benimsediğini” görürüz.
Bir diktatör mutlak iktidarına tehdit gördüğü her şeyi düşman belirler. İktidar yolundaki müttefik olduklarını tasfiye etmeye başlar. Hitler de iktidara gelirken, eski yol arkadaşlarının bir kısmından kurtulmuştu. (Ernst Röhm ve SA’lar.)
Cehaletin İktidarı” kendi içinde istikrarlıdır. Cahil tabanı üzerinde mutlak hakimiyet sağlayan lider kendisini güvende görür ama ya sonuç? Cehalet ve karanlık üzerine inşa edilen iktidarlar kendi yapılarının doğal sonucu olarak yıkılır. Zira cehaletin iktidarı hakim olduğu toplum için tarihi dondurur veya karanlık çağa döndürür ama etrafındaki dünya gelişmeye devam eder. Gelişen ülkelerin veya teknolojinin onun hedef almasına bile gerek yoktur. Oluşturulan çöplük kendi kendine çürümeye devam eder veya teslim olur.
Hazırlayan: Orkun Uçar

"Beat" Aşkı


Jack Kerouac, “Yolda” romanı ile Beat Kuşağı’nın hayat felsefesini dünyanın pek çok yerinde bir “kült” haline getirmişti. Hatta “Beat Kuşağı” terimini ilk kez kullanan da Kerouac’tır. “Beat” sözcüğü meteliksiz, yersiz yurtsuz,  başıboş, bitkin, umarsız, uykusuz, uyumayan, her şeyi derinlemesine algılayan, aşırı duyarlı, kendi başına, dışlanmış gibi anlamlara gelebiliyor. Ancak Jack Kerouac kelimenin bir başka anlamına daha dikkat çekmekteydi: “Beatific” yani kutsal veya kutsanmış. Kerouac’ın bu anlama dikkat çekmekle; ezilenlerin, dışlanmışların gizli kutsallığını vurgulamak istediği söylenir. Aslında hiç de mistik göndermesi olmayan söz konusu kutsanmışlık vurgusu Kerouac’ın Türkçeye geçtiğimiz günlerde çevrilen “Yeraltı Sakinleri”nde de farklı ifadelerle karşımıza çıkıyor;

“Julien Alexander yeraltında yaşayanların meleği; yer altı sakinleri ise şair dostum Adam Moorad’ın icat ettiği bir ad. Bir keresinde şöyle demişti Adam: “Janti değil afililer, klişeye kaçmaksızın kafalı ve zehir gibi entelektüeller; üstelik Pound hakkında her şeyi biliyor ama ne özentiye kaçıyor ne de bu konuda kafa ütülüyorlar; çok sessizler, İsavariler.”

“Yeraltı Sakinleri”, Beatlere, bu afilli İsavarilere dair bir roman. Kimler yok ki aralarında: Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Gary Snyder, William S. Burroughs, Neal Cassady, Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso, Philip Whalen, Lew Welch, Diane Di Prima... Kısacası 1940’lı, 50’li yılların önemli yazar ve sanatçıları. Jack Kerouac’ın romanında bu topluluktan pek çok kişi -elbette farklı kimliklere- zaman zaman sahne alıyorlar. Ama oyunun kahramanı Jack Kerouac’ın kendisi. 1953 yılının sonbaharında üç günde yazdığı “Yeraltı Sakinleri” romanında yaşadığı gerçek bir aşkı anlatmış.

Kerouac’ı Leo Percepied, sevgilisi Alene Lee’yi Mardou Fox adı altında izleyeceğiniz bu hüzünlü aşk hikayesini, terk edildikten sonra üç günde yazdığı söylenir. Ama hem Kerouac ve romanları hakkında rivayet bolluğu olduğunu bildiğimiz hem de yazım süresini bir edebi kriter olarak görmediğimiz için üzerinde durmak gereksiz. Sadece şunu söylemek gerekir, “Yeraltı Sakinleri” Kerouac’ın bir solukta yazılmış duygusu veren spontan yazı tekniğini çok iyi yansıtıyor.

Daralan Ruhlar
Kendisini özgüvensiz, patavatsız bir egomanyak olarak tanımladığı bir dönemde, uyuşturucu ve alkolden dibe vurmuş bir haldedir Leo Percepied. Ansızın karşısına çıkan Mardou adında siyahi bir kadına tutuluverir. Aslında kadının üzüm karası küçücük bedeninden yayılan şehvettir Leo’yu tutuşturan;

“Böylece ben de eve gittim ve birkaç gün boyunca cinsel fantezilerimde o vardı; onun koyu renkli ayakları, tokyoları, koyu renk gözleri, küçük yumuşak kahverengi yüzü, Rita Savagevari yanaklarıyla dudakları, gizemli az buçuk yakınlığı ve her nasılsa şimdi o yumuşacık yılanımsı çekiciliği... Hepsi de ne kadar yakışıyor koyu renk giysiler giyen küçük, kahverengi bir kadına... yoksul beat yeraltı sakini giysileri giyen kadına...”

Ve aşk başlar, tam da beatlere özgü bir aşk. İkisi de çok hızlı ve coşkuludur. Sanki ellerinden kaçıp gidecekmiş gibi yaşam, her anı ayrı bir hazla doldurmak isterler. Hele kırılgan ve travmaların bıraktığı ruhsal yaralarla dolu hiçbir inancı kalmamış Mardou, Leo’nun aşkına bırakıvermiştir kendisini. San Fransico gecelerinde, caz ritmlerinde, yollarda, yolculuklarda derinleşen bir aşk...

“Güneşi, gemileri görebiliyorduk, dışarıda aylak aylak dolanmakta olan ÖZGÜR insanoğlunu, bunun cidden ne muhteşem bir şey olduğunu ve nasıl olup da asla değerini bilmediğimizi, kaygılarımızın ve derilerimizin içinde kasvetten başka bir şeyin olmadığını, gerçekten tıpkı ahmaklar gibi olduğumuzu ya da körleşmiş şımarık tiksindirici veletler gibi, hani surat asarlar ya; çünkü... istedikleri... bütün... şekerleri... alamamışlardır.”

Ancak içindeki yazarlık ruhunu da yeni yeni keşfetmeye başlayan Leo, kısa zamanda eski alışkanlıklarına -partilere, alkole, uyuşturucuya, farklı bedenlere- geri dönecek ve Mardou’yu tamiri mümkünsüz biçimde kıracaktır...

Tutkunun, cinseliğin, tensel hazların, kıskançlıkların ve aşkın bir daha geri gelmemek üzere elden kaçırılışının, 1950’lerden kalma bu aşk hikâyesinin belki de tek sıradışı yanı kadın ve erkek arasındaki ırksal farklılık. Ama Kerouac, bu aşkı, aşkı yaşarken düşündüğü ve hissettiklerini öylesine didikliyor ve öylesine aktarıyor ki, ortaya hem bir kuşağın hem de erkek zihniyetinin karakteristiğini, özel hayat sınırlarına sıkıştırılmış pek çok şeyi olanca çıplaklığıyla sergiliyor.

Tam bu noktada, Kerouac’ın “spontan düzyazı” tekniğine yeniden döneceğiz. Bu tekniği ilk kez “Yeraltı Sakinleri”nde kullanmış, “Yolda”nın -özellikle çok sonra yayımlanacak kesintisiz versiyonunda- mükemmelleştirmişti. “Bellekten, bilgelikten, düş gücünden, zihinden, felsefeden değil, yaşamın içinden doğan” spontan düzyazı tekniğiyle Kerouac, karakterlerin düşüncelerini, heyecanlarını, kafa karışıklıklarını, bitkinliklerini, umutlarını ve umutsuzluklarını olduğu gibi yansıtmak istiyordu. Bu arayışın usluptaki karşılığı; metnin kesintisizliği, noktalama işaretlerinin tercihli biçimde ihmali, çağrışımlara dayalı zamansal sıçramalar, iç monologlar; kısacası dilin düşünceyi dolaysızca yansıtabilmesi için dilbilgisi kurallarının ihlali olacaktı.

Kuşağın önde gelen isimlerinden Allen Ginsberg’e göre; "Kerouac'ın ve Beat Kuşağı'nın yapıtları ABD’de sansürün belini kıran bir edebi hareketin en ön saflarında yer alır. Bu edebi özgürleşme eşcinsellerin, siyahların, kadınların özgürleşmesinde katalizör vazifesi görmüştür ve bugün, umarım, nükleer yıkım tehdidi karşısında özgürleşme için de aynısını yapabilir." Gerçekten de düş kırıklığına uğramış bir kuşak olarak doğan Beatler; savaş tehdidine, siyasetin çoraklığına ve toplumun geri kalanının düşmanca tavrına tepki gösterdiler. Maddi değerlerin dışında kalmaya çalıştılar. “Amerikan Rüyası”nın kendileri için de gerçekleşmesi, vaat edilmiş özgürlüklerin sunulmasını beklemek yerine bu kuru, sıkıcı, düşsellikten uzak yaşama tavır alan, eyleme geçen ve cenneti arayan genç insanlardı onlar.

Kerouac’ın yapıtları işte bu insanların, artık çok gerilerde kalmış ama bugün daha güzel bir dünya için hala bir umudu barındıran hayatlarının -altını çizerek söylüyorum- edebi manifestosudur.

A. Ömer Türkeş

Thursday, 10 December 2015

Camille’siz bir Rodin Mümkün Mü?

Camille Claudel’in son derece dokunaklı yaşam hikayesini bir çoğunuz bölük pörçük de olsa duymuşsunuzdur. Çoğunlukla büyük sanatçı Rodin’in metresi, Rodin’in fikirlerini çaldığı kadın, çok acılar çekmiş biri, çok yetenekli bir heykeltraş ya da hayatının neredeyse yarısını akıl hastanesinde geçirmiş bir deli olarak. Bu saydıklarımı aslında tek bir cümlede şöyle de ifade edebiliriz: Çok yetenekli bir heykeltraş olan Camille Claudel, henüz çok genç bir kadınken tanıştığı hocası Rodin’le evlilik dışı bir aşk yaşayarak çok acılar çeker, delirir ve akıl hastanesine kapatılır. Peki mesele sadece Rodin’in aşktan delirttiği bir kadın olması mıdır? Pek tabiidir ki bu hayatı tek bir cümlede özetlemek her denemede biraz daha az ya da fazla eksik olabilir.

Camille Claudel dönemin Fransa’sında, sanatçı bir kadın olmanın neredeyse yasak olduğu bir ortamda tüm baskılara rağmen arzularının peşinden gitmiş ve rüştünü ispat etmiş biri. Sanatındaki dehası açıkça kendi sonunu hazırlamış olsa da bu böyle. Rodin’e olan tutkusu berikine ilham, güven, şöhret katarken Camille’e yıkım, çile ve tecrit getirmiş. En nihayetinde ise ailesi ve Rodin’in rıza ve isteğiyle 1913 senesinden ölene dek akıl hastanesine tıkılmış. Çok değil bir 100 sene öncesinden bahsediyorum. Üstelik bunca yıl içerde tutulmasına kimse ses etmemiş, ciddi bir rahatsızlığı olup olmadığı ise halen tartışılıyor. Doktorlarının ailesine yazdığı mektuplarda eve dönüp heykele devam ederse bunun kendisine daha iyi geleceğini önerdikleri söylenir. Fakat bu asla gerçekleşmez. Claudel açıkça görmezden gelinip 30 sene bir tımarhaneye mahkum edilmiştir.

Rodin ve Claudel’in 1882 yılında başlayan birliktelikleri kuşkusuz ikisinin hayatlarında da yepyeni bir dönemin başlangıcı olur. Camille Claudel Rodin’in sanat hayatında ciddi bir kırılmaya sebep olacaktır.  Pek çok sanat eleştirmeni heykeltraşın çalışmalarını Camille öncesi ve sonrası olarak ayırır.

Camille Claudel atölyede çalışırken 1887































Rodin Meudon’daki villasının bahçesinde. Arkasında ‘Yaradılış’ (Fotoğraf: Edward Gooch/Edward Gooch/Getty Images)

Camille ise akla ziyan yeteneğine karşılık önce sevgilisi, sonra ailesi ve en sonunda da tüm dünya tarafından terk edilir. Evlenmeden ve üstelik başka bir kadına rağmen Rodin ile beraber olmayı sürdürmesi, genel ahlak’a uymayan her kadın gibi Camille’i de hafif kadın olarak damgalar. Ona ancak Rodin’in kanatları altındayken çalışma fırsatı veren egemen sanat çevreleri,  yalnız ve bağımsız bir sanatçı olarak ürettiği eserleri duygusal olarak derinlikli ve etkileyici bulsa da bazı işlerini içerdiği “cinsellik” yüzünden “aşırı” bulur ve hatta bazen sansürler. Dehası ise kendisine değil bir zamanlar öğrencisi olduğu Rodin’e bahşedilir.

Kuşkusuz güzel ve çirkin pek çok şeyi beraberinde getiren bu lanetli beraberlik Claudel için çok fazla haksızlığa, ayrımcılığa ve özellikle ciddi bir sömürüye sebep olmuş. Lakin Rodin ile olduğu yıllar boyunca birlikte çalıştıkları pek çok heykelin figürlerini yontan kişinin Camille Claudel olduğu söylenir. Rodin’in imzasını taşıyan ünlü Cehennem Kapıları ya da Calais Burjuvaları isimli eserlerin büyük bölümünü Camille’in yaptığı… Bizzati Claudel hastaneye kapatılmadan önceki son zamanlarında Rodin’in kendisine ait heykelleri çalıp üzerine imzasını attığını söyler. Bir rivayete göre ise Rodin, Balzac heykelindeki fikri Camille’den çalmıştır. Söylenenler söylentinin ya da deli bir kadının sayıklamalarının ötesine ne yazık ki gitmez.

Rodin, Düşünce-Camille Claudel’in bitmemiş portresi

Camille Claudel kariyerinin son yıllarında eserlerini finanse edemez hale geldikçe sanat çevreleri için “görünmez kadın”a dönüşür. Bana sorarsanız kendini görünür kılamıyor olmasında herkesin biraz payı var. Aynı kişi, bir zamanlar sevdiği adamın hayatında hep bir “öteki kadın”, ailesi tarafından yakışıksız onlarca davranışın sonunda “istenmeyen kadın” ve yapayalnız kaldıkça daha da yaftalandığı “deli kadın” kimlikleri ile sistematik olarak inkar ediliyor, yok sayılıyor.

Yani aslında Camille Claudel’in hikayesi unutulmaz bir aşk hikayesinin kahramanı olmaktan öte çağının fersah fersah ilerisinde bir vizyona sahip sanatçının bir varolma mücadelesi, bir direniş. Aynı zamanda da ezber bozan bir kadının düzen tarafından nasıl öğütülüp düşkünleştirildiğinin sağlaması. Emeği, ümüğü sıkılana, aklını oynatana dek sömürülen milyarlarca kadından biri Claudel. Cinsiyete dayalı bir hiyerarşinin var olduğu, erkeğin egemen olduğu bu düzende örneklerine sıklıkla rastladığımız bir figür. Ve tarih Rodin’i sanatıyla, yapıtlarıyla hatırlarken Claudel’i Rodin’siz hatırlamıyor.

Son olarak esir edildiği akıl hastanesinden kardeşi Paul Claudel’e yazdığı mektuplardan birinden, kendi sözleriyle: “Akıl hastanesi! Evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi… Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye, yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar…”
  
Claudel, Olgunlaşma Çağı
Claudel, Olgunlaşma Çağı

Claudel, Dalga
Claudel, Dalga

Claudel, Clotho 1893
Claudel, Clotho 1893

Claudel, Les Valseurs
Claudel, Vals